Seni
kaybederim diye, kendim olmaktan korkuyorum. Bu
dünyanın bize güzel bir şey
vereceğine dair itimat yok içimde. Yine de seni sevmek istiyorum. Biraz insan
oluyorum böylece. Her şeyin bittiği günü düşünüyorum. Korku. Bu korku acı
çekmekten çok, sana sesleneceğim bir gün beni duymayacaksın korkusu. Bu korku
benden bıkarsın, senden bıkarım korkusu. Her şeyin bittiği zamanlarda, seni
hatırladığımı bilmemenden, belki seni hatırlamamaktan, gelecekte ne olacağını
bilmemekten, seni de bilmemekten, bu korku... Korku mu tüm bunlar? Bugün
yaptığım, yapmadığım ne varsa, yarın pişman olmaktan… Korku mu kim bilir? Seni
seviyorum, nokta. Sevgim, korkumdan büyük. Olsun, ne olacaksa olsun.
Buruşturup
atıyorum bu kısa mektubu bir kenara. Yazarlar günlüklerinde, mektuplarında bile
bir başkası oluyor. Gitmek istiyorum.
Günlerden
bir gün, en belirsiz bir zamanda, ve yine öyle zamansız bir mekanda, bu kez
yürüyenin kendim olduğunu hayal ediyorum. Kötü bir semtte yaşadığım için;
kırlar, bahçeler, ve o kızı hayal edemiyorum yanı başımda. Bu hayal işini on
beş yaşında bırakmam gerekiyordu biliyorum. Bu hayal işine hiç başlamadım da
aslında. Olumsuzu kuruyorum sadece. Beş yaşından beri, olumsuzluğu besliyorum
koynumda. Yürüyorum, bir yere varmayacak bir adamın öykülerini dağıtıyorum sağa
sola. Şimdi zaman farklı biliyorum. Her şeyin sonuna doğduk. Şarkılar da,
şiirler de, öyküler de görmezden geliniyor. Görülse bile çarçabuk tükeniyor. Sevgilere,
korkular şaibe katıyor. Ama onu seviyorum, nokta.
Bir
öykü yazıyorum diye, evden çıkıyorum. Evimin önünde düz bir sokak var. Sonu büyük
bir parka çıkıyor. Sıkışıp kalmışım kendi içimde. O olsa beni anlar mıydı, diye
soruyorum. Aslında akşam bunu yazarım, diyorum. Bunu sormuşum gibi yapıyorum
kendime. O olsa beni anlar mıydı? Ama bir cevabı yok. Anlamazdı, anlamazdı
belki ama öperdi. Gerçekten kopuş tam burada başlıyor. Umutsuz olmak
istemiyorum, ancak sorular doluyor kafama. Yaşamak için değil, yazmak için
soruyorum, yazmak için düşünüyorum. Kimsenin bulamayacağı o öyküler için,
gerçeklerden kopmaya değer mi? Değmez. Vazgeçiyor muyum? Cevabın hayır
olduğunu, bunu okurken anlamış oluyorsun. Ben ne muhtacım yazmaya, ne de
seviyorum. Bir tembelin, alışkanlığından başka bir şey değil bu. Ama biliyorum,
bulacaklar beni. Ölmeden bulsunlar. Cevabın bu olmadığını anlamadan ölmek
istemiyorum.
Bizi
içine hapis eden o binaların yanından, üç beş ağaca orman görmüş gibi sevinen
yüreğimle, parktan içeri dalıyorum. Beni o hep orada bekliyor. Şiirlerimi ezbere
biliyor. Hayır bilmiyor aslında. Başından bir mısra okursam (ki benim şiirlerim
mısra ile değil cümleyle başlıyor, çünkü iyi bir şair değilim) gerisini
getiriyor. Latife ediyorum ona. “Parklarda boş boş gezerim, göllere taş atarım.
Siz de bunlara rağmen seversiniz beni ne güzel.” Cevap vermiyor. Siyah şişme
bir mont giymiş. İçinde kahverengi bir kazak. Saçı sakalı yine uzamış. Gözlerinin
altı mor mor. Gözleri çukuruna gömülmüş.
“İçtin
mi?” diyorum.
“Evet
içtim. Ama soğuktan kafama geçmedi.”
Ona
derdin var mı, diye sormam hiçbir zaman. Onun hep bir derdi vardır, onun derdi;
dertsizlik. Hiçbir şeyi yeterince istemediği için kendine kırgın. Sessizliği
yıkıyor sonra,
“O
kadar başkası oldum ki, kendimi hatırlamıyorum bile.”
“Hayır.”
Diyorum. Onu o kadar iyi tanıyorum ki, gerçeğin bu olmadığını biliyorum.
“Sen,
değiştin sadece, yeni varlığını tanımlayamıyorsun içinde.”
“Bilmiyorum.”
Diyor. Kaçacak bir yeri olmayınca, sığınıyor bu kelimeye. Sonra devam ediyor,
“Çok
hata yaptım. Şimdi buradan sonrası için pek güç yok içimde.”
Sigara
paketini çıkarıyor cebinden, bu sırada cep telefonuna bakıyor. Birileri aramış
yine, birileri tarafından aranmak onu kaygılandırıyor. Gitmek istemediği yerlere
çağrılmaktan haz etmiyor.
“Ben
isteyince arayım onları, onlar beni hiç aramasınlar ama…”
Sigarasını içmeye başlıyor. Ben konuşmazsam, konuşmaz.
“Hayır,
sadece bu cümleleri tekrar ederek, kendini bunlara inandırmışsın.” Diyorum.
“Doğru.”
Diyor ilk kez. Bilmiyorum, diyerek kaçmıyor. Devam ediyor konuşmaya,
“Kendimi
kabul etmeliyim. Bu kadar deyip kenara çekilmeliyim. Bir işe girip, kıt kanaat
yoluma bakmalıyım. Artık devlet büyüklerine kızgın da değilim. Her kuş uçacak
diye bir kural yok bu zamanda. Karabataklar hem uçuyor, hem suların en derinine
inip rızkını çıkarıyor.”
“Haklısın.”
diyorum. “O zaman şikayet ettiğin şey
ne, onları da at hayatından, her şeyi kabul ettiysen, içinde huzur olmalı.”
“Mutlu
olmayı öğretmemişler bize.”
“Hep
suçu başkalarına atıyorsun.”
“Tüm
suçu sırtlandığım zamanda, aslında suç başkalarının demiyor mu insanlar? Çok
çalışınca bu kadar hırs iyi değil demiyorlar mı? Eve tıkandığın zaman çık gez,
çıkıp gezdiğin zaman, çok gezen pabucun bok getireceğini söylemiyorlar mı? Susunca
konuş, konuşunca sus. Zor bir işe girince, vazgeç, vazgeçtiğin zaman
çabalamalıydın, demiyorlar mı?”
Canımı
sıkıyor onunla konuşmak. Saçma bir düğümün içinde yine. Onu da bir öyküme alıp
öldürmek istiyorum. Ama dünyanın bir yerinde benden habersiz bir şekilde hep
yaşayacak.
“İnsanları
sevmiyorsan, onların dertlerini de yüklenme.” Ayaklanıyorum, gitmek için.
“Sen
bunu nasıl anladın?”
“Anlarım
ben. Sen sevgiden çok acıma duyuyorsun onlara. Başlarına gelen felaketlere
üzülüyorsun, tüm insanların olumsuz enerjisini emiyorsun. Aslında dünya fena
değil. Bir yerlerde patlayan bombalar, açlıktan ölen insanlar, bunlar seni aşan
konular. Hiçbir şey yapamazsın. O kadar tembelsin, bir o kadar da fakirsin ki,
elinden hiçbir şey gelmez. Hatta yardım bile etmek istemiyorsun, sadece böyle
olmasın, her şey yolunda olsun yeter, diyorsun. Karışmak istemiyorsun hiçbir
şeye, ama her şeyin de yolunda olmasını istiyorsun.”
Gözleri
doluyor ben bunları söylerken, açığını bulmuşken bastırıyorum,
“Kelimeler
bizi yanıltıyor. Her insan kelimelere farklı anlamlar veriyor. Kelimelere
güvenme.”
Aklına
bir kadın geliyor o anda, belki aynı kadını düşünüyoruz. Kimsenin hayatında
olmak istemiyor, ama ardında bıraktığı boşlukta dolmasın istiyor. Boynunu
büküyor, hüzünlü ama yine de şakasını yapıyor,
“İstemek,
ne zehirli kelime. Orta Yol Parti’sini kuralım. İstemek kelimesini tedavülden
kaldıralım.”
Uzunca
ofluyor sonra, devam ediyor,
“Düzelip
döneceğim, bekleseler olmaz mı?”
“Olmaz.
Düzelmeyeceksin. Bırak seni isteyenler böyle istesin. Giden gitsin, kalan
kalsın.”
“Beni
onların böyle istemesini istemiyorum, ben kendimi böyle istemiyorken…”
Birkaç
adım ileri atıyorum, arkamı dönüp,
“O
zaman böyle yalnız yaşa, şikayet et, sızlan, kimsenin umurunda değil. Seni önemseyen
insanları da sevmiyorsun sen, önemsenmeyi sevmiyorsun çünkü. Yalnız kalayım
istiyorsun. Üstelik bu düşüncelerle yaşamak istiyorsun. O zaman kimse yardım
edemez sana.”
“Bilmiyorum.”
Dediği için, bana hak verdiğini anlıyorum.
“Kimse
senin istediğin kadar dürüst olamaz, yoksa dünyada düzen mi kalır? Kendimizi
bile kandırırız. Hiçbir şey saf değil. Sevgi de, nefret de, aşkta, kelimeler
de. En masum bakışların ardından, ne
şeytanlar çıkar biliyorsun. Kaldı ki sen de iyi bir yalancısın.”
“Baskıyla
büyüdüm, yalan söylemeyi okulda öğrendim.”
“Yine
yıkıyorsun sorumlulukları…”
Nutuk
atmam onu kızdırıyor. Birden çatıyor kaşlarını,
“Benim
derdim insanlar değil.”
“Senin
derdin, insansızlık.” Diyorum. Kafasını sola
büküyor sinirle.
“Gidiyorum.”
Elini
sallıyor bana.
“Sen
o çocuk olarak yaptın her şeyi.”
Yine
gözleri doluyor.
“Kendine
itiraf et ve yeniden başla.”
Parkta
dolaşıyorum biraz. Orada oturup bekliyor. Bir sigara daha yakıyor. Dayanamıyorum
onu görmeye. Farklı bir öykü arıyorum sokaklarda. Yok. İnsanı çıldırtan bir
tekerrür. Yine de şikayetçi değilim. Filtre kahve mi yudumluyorum bir kafede. Böyle
şeylerle mutlu olan insanlar var. Böyle şeyler işte. Bir fincan kahveyle, bir
kekle, bir çayla. Bizim ki ne bekliyor bilmiyorum. Ona hayatı öğreteceğim. Geceleri uyumayı, gündüzleri
erken kalkmayı. Kadere teslim olmayı. Bu pasif direniş, onu yıpratıyor.
Kafenin
hemen yanında bir kokoreççi var, eskiden olsa severdim. Şimdi kokusu midemi
bulandırıyor. Yine eve dönüyorum. Parkta ona kızsam bile, pek farklı değilim gibi
ondan. Odama giriyorum. Orada bekliyor
beni,
“Seni
eve getirdim.” Diyor bana. “Seni konuşturan da, gezdiren de bendim.”
Gülümsüyor.
“Merak
etme, ölmeyeceksin.”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder