Yapacak hiçbir şeyin olmadığı bir gündü yine böyle.
Saat ikiyi buluyordu. Gökyüzü yere değecek neredeyse. İçim bir sıkılıyor bir
sıkılıyor. Etrafım da içim gibi. Her şey, her yerde. Yatak yorgan çok hüzünlü duruyor.
Çürük sigara kokusundan kusmak üzereyim ama camı açmaya takat getiremiyorum. Bu
da hayat mı lan, diyorum yine. Bunalmışım anlayacağın.
Bir haftadır aynı terane. Bu saatlerde kalk; dışarı
çık, gez dolaş, sıkıl biraz. Daha çok sıkıl. Kahveye git pis yedili at üç beş
el. Sıkıl eve gel tekrar. Üstün başın bok gibi sigara koksun. Ulan Abdi bu son
gün, yarından itibaren düzeliyoruz, de. Bu iş başvurularını yanlış mı yaptık
acaba lan, diye düşün. Ertesi gün yine aynı şeyleri yap. Bu sıkıntı iyice içine
çökünce rakının dibini gör, hayvanlar gibi uyu sonra. Sonra Allah bana niye
yardım etmiyor? Beti bereketi yok ulan evin, diye sızlan. Neyse neyse…
İşte yapacak bir şeyin olmadığı günlerin birinde,
bir fikir geldi aklıma. Çok eski vakitler, Nâlân’la adalar turuna çıkmıştık.
Avcılar’dan kalkmıştı vapur, adaları gezmiştik. Büyükada’da filan dolaşmıştık
işte. Nalan evlendi tabii, o zamanlar küçük sayılırdı belki. Kız kardeşim
olmadan gideyim dedim bir başıma. Yalnız başına dolaşmaya alışmıştım zaten. Hem
öyle de bir şekil oluyor insan için. Kafan dağılıyor, ıssız adam moduna
giriyorsun. O cıvıl cıvıl insanları görünce, onların neşeden gerilen
yanaklarına bakınca, kıskançlık hissetmiyor değilim. Gri kabanlı adamlar
görüyorum. Yakışıklı uzun boylu, karizmatik adamlar. Bazısı bıyıklı, bazısı
sakallı yakışıklı adamlar. Kadınları var, kalem etekli, taşralı kadınlar. Bazısı
çirkin, bazısı boyalı, bazısı köylü olan güzel kadınları var. Kimisi yüzünde
doğu-batı sentezini barındıran kadınlar. Yanlış alınmış kaşlarıyla, yapmacık
hareketleriyle ve ucuz parfümleriyle her yerdeler. Gideyim aralarına karışayım. Sıkılırsam da
otururum sahile karşı bir nargile patlatırım Suriyeliler ‘in arasına girerim,
bakarsın ne zaman gideceklerini sorarım onlara. Gitsinler, piyasanın anası ile
ilişkilerini kesmeleri biz işsiz Türk gençleri için bir çıkış olabilir belki.
Ne bileyim işte ona inanmışım o zamanlar.
Çıktım evden. Usul usul sallandım sahile. Baktım
sıra var. Vapurun gelişine yarım saat kalmış. Bekledik, geldi. Yağmur yağmak
ile yağmamak arasında tereddüt ediyor. İnce bir hüzün göğsüme çökmüş.
Yalnızlığım belli olmasın diye, kimi arasam diye rehberimde dolanıyorum. Yok,
ulan kimse yok. Gazete okuyorum, sarmıyor. Çıkıyorum dışarı bir sigara yakıyorum.
Düşündüğüm gibi durmuyor sanırım ağzımda, kızlar da bakmıyor. Hemen bitiyor
rüzgârla ortak içtiğimizden mi, neyse. Deniz göğe karışmış, izleye izleye adaya
varıyorum bir akşamüstü serinliğinde. Aferin Abdi, ne bok vardı burada da
geldik diye düşünüyorum.
Sahil kenarı, kafeler, lokantalar, neşeli insanlar.
Pis deniz suyuna karışık anason kokusu eşliğinde karaya ayak basıyor Abdi.
Ellerimi cebime koyuyorum. Oğlum ben burada ne arıyorum, diyorum. Ulan Abdi,
sen dünya da ne arıyorsun, diyorum sonra. İçimin sıkıntısı geçmiyor. Bir
bisiklet kiralıyorum. Faytonların ardından, onların dışkısını koklayarak
hızlanıyorum. Kimi zaman ardımda geçmişi bıraktığımı düşünüyorum. Kimi zaman cebimde
kalan üç kuruş bitmeden, yeni bir işe doğru pedal çevirdiğimi düşünüyorum. Bir
eşeğim ben diyorum, yüküm bitti. Bana yeni yükler verin, diyorum. Yoksa bu can
sıkıntısı beni öldürecek, diyorum. Hızlanıyorum. Pedalları çeviriyorum.
At dışkıları yukarda kaldı. Ne güzel kokuyor her
yer. Yağmur yağmıyor, vazgeçmiş yağmaktan. Artık yorulmuş bacaklarım. Bir nargileyi
hak ettin Abdi, diyorum. Geceleri pek bir sevimli oluyorsun hergele, diyorum.
Tıklım tıklım dolu mekânın boş kalmış son masasına kuruluyorum. E buradan sahil
görünmüyor ama olsun, diyorum. Nitekim ışıksız bir karanlık, üstünde
vapurlardan hayaletler dolaşıyor. Böyle düşün Abdi, yorma beni. Usta bana bir
kola - limon nargile çekiyor. Çarpmaz inşallah diyorum. Bazen meret sağlam baş
ağrısı yapıyor. Güzel kamuflaj bu
kalabalık. Beni gizliyor diyorum. Çekiyorum dumanı… Nargile on üzerinden dokuz
buçuğu hak ediyor. Yarım puanı işsiz olduğum için kırıyorum.
İçeri girenler, deve kuşu gibi, gözleriyle tüm
masaları yukardan kontrol ediyor. Yer yok. Bir tane kız giriyor içeri. Siyah
bir çantası, elinde kâğıt kalemi var. Etrafa bakıyor. E baksın. Kız olması da
normal, etrafa bakması da normal Abdi. Ama şu kaş uçları ne güzel, diyorum. Tam
almış işte. Göz ile kaşı arasında yumuşak bir doku var, öpmek mi istiyorsun lan
hergele? Gülümsüyorum. Kız bana bakıyor. E baksın, diyorum. Ulan bana doğru geliyor,
e gelsin diyorum. Oğlum Abdi altı aydır, bir kadın yanından geçerken omuzu
sürtüşmedi sana, bu ne özgüven! Geldikçe güzelleşiyor, yaklaştıkça büyüyor.
Memeleri büyüyor, kabanına sığmıyor. Kabanına doladığı kemer, belini sarmış
beni aşka sürüklüyor. Uçma Abdi, diyorum. Alt tarafı bir kadın işte. Ama güzel bir kadın Abdi. Alttan bakınca
kadın, üstten bakınca da. Bayağı bir kadın işte.
-Ya şu masalar boşalana kadar, sizin yanınızda
oturmamın bir mahsuru var mı?
Bir ses, sadece bir ses. İşte böyle susturuyormuş
onlarca insanı. Bu güzel saçların
başlangıç noktası; kafa derisi. Biliyorum Abdi çok güzel kokuyordur. O kafa
derisinin altındaki beyinden bir komut geliyor. Komutu uygulamak için, dil
dönmeye başlıyor. Dilin çıkardığı seslerin anlamı; karşımda ayakta durup,
kocaman gözleriyle beni süzen bu kızın masama oturmak isteyişi. Ben ilk şoku
atlatıyorum.
-Tabii buyurun.
Şirret bir hareket mi sayılır bilmiyorum. Hâlâ da
bilmiyorum. Rujunu tazeliyor. Çantasına yerleştiriyor kâğıdı kalemi. Ne desem, nasıl
konuşsam bilmiyorum. Geçer gider birazdan Abdi. Moda girme üzülürsün, diyorum.
Kola-limon nargilemi ondan öteye üflüyorum. Rüzgâr nargile dumanını alıp, onun
o güzel yüzüne doğru taşıyor. Telefon kamerasından rujunu kontrol ederken,
burun delikleri büyüyor birden.
-A! Ne güzel koktu, neyli o?
-Kola-limon.
-Hiç denemedim.
-Sipsi isteyelim bir bakın.
-Gerek yok canım.
Çekti elimden aldı. Bu nargileyi, bu marpucu, bu sipsiyi neye benzettim hiç
anlatmayayım orasını. Oğlum Abdi, bu sipsiyi müzeye kaldırıyoruz, diyorum kendi
kendime.
-Ağzının tadını biliyorsun.
-Eh işte.
-İsmim Hazal.
Elini uzatıyor. Bu basit komutu algılamak birkaç
saniyeyi geçiyor. Geç olmakla uzatıyorum elimi.
-Abdi, ben.
-Memnun oldum. Memnun olmakla birlikte seni bir
tasadan kurtarmaya geldim Abdi.
Ayakkabıların oldukça eski. Yüzün yaşına göre çökmüş. Saç kesimim iç
sıkıntını yansıtıyor. Bu kabanın, bu ayakkabın ve bu ellerin seni ele veriyor Abdi.
Bir yıkılıyorum. At gibi hatun dedik, truva atı
çıktı Hazal. Sakinliğimi koruyorum. Ama gözyaşım, gözlerimin arkasından
yüreğime doğru düşüyor ve içimi bir sıcaklık, acı bir utanma, bir şok
kaplıyordu.
-Bu ne cüret?
- Cüret kelimesinin kudreti, iğreti ağzında komik
duruyor. Herkes sana bu cüreti gösterebilir.
-Çok mu belli?
-Çok belli Abdi. Sen gördüğüm en çirkin adamsın. Sen
niye varsın ki? Varlık amacın ne? Ölüp cennete mi gideceksin? Bok gidersin.
Sabahtan beri gözünle yedin beni. Kendimi kirlenmiş hissediyorum. Sen benim gibi
bir kadını rüyanda gördün mü Abdi? Eminim duvarında gazeteden yırtılmış Hülya Avşar
resimleri vardır. Fakir, saf Abdi. Aptal, köylü seni. İkinci, ne ikincisi iki yüz
ikinci türden vatandaşsın sen! İşsizlik maaşı da alıyorsundur kesin. Ha-ha-ha!
Gözlerim dolmuş bağırarak ağlamak istiyordum.
Yumruklarım sıkılmış, tüm dünya üstüme yıkılmış anlayacağınız. Bana bunları
söylerken o kadar çekici görünüyordu ki beni aşağılaması bana zevk veriyordu
sanki hâlâ. Kalkmak gitmek istiyordum, gücüm yoktu. vursam ağzına şamarı
diyordum, yetmezdi. Eve gitmeliydim. Buralara gelmemeliydim bir daha. Bir daha
nargile içmemeliydim. Ne güzelde çekiyor lan Abdi, diyordum. Bir insan, hakarete
uğrayacaksa bile, böylesi biri tarafından uğramalıydı. İçimde ki ezik, hâlâ arzuluyordu
onu. Kapanıp açılan, minik ağzından gözlerimi alamıyor, Dünya’nın döndüğünü
hissediyordum. Sessizlik büyüyor, kulaklarımı kaplıyordu. Gider diyordum, birazdan
gider. Beni izliyordu. Ağzında sipsiyi ısırarak, kötü kötü bana bakıyordu.
-Kızınca ne kadar seksi oluyorsun Abdi!
Suratımın değiştiğini ben de hissediyordum.
-Bu, bu ne demek!
-Seni gördüm, saf yağız bir Anadolu genci dedim. Ama
biliyordum ki seni asla elde edemezdim. Hayatım buna uygun değildi. Hayatım
neye uygun ki Abdi? Senin gibi yakışıklı, iyi huylu bir erkeği hak edecek ne
yaptım sanki? O kadar saydırdım sana ses etmedin. Ellerin emektar bir işçi eli,
omuzların geniş, yüzün saf, için pak. Çok yakışıklısın Abdi, çok güzelsin.
Senin benim olmayacağını bildiğimden öyle içimin öfkesini döktüm.
İyice gülümseye başlamıştım. Oh ulan Abdi, nasıl bir
adamsın sen. O mahallede çürümüşüz meğer. Kâğıdı kalemi tekrar çıkardı
çantadan. Ne yazıyor lan o, elinde kâğıt kalem. Bilmiyordum. Anlamıyordum.
Sadece düşünüyordum. Beni elde edemeyeceğini mi düşünmüş? Oğlum parfüm kokusunu
duymak beni bayıltacak, diyordum. Ama o beni elde edemeyeceğini düşünmüş.
Özgüven önemli Abdi, demek ki benim bu gibi tipleri götürme şansım varmış he!
-Ya aslında o kadar umutsuz olma. Belki bir şeyler
olabilir.
-ha-ha-ha! Çok tatlısın ya. Dur bitiyor. Hah yazdım!
-Neyi yazdın?
-Ben psikoloji öğrencisiyim. Biliyorum sinir bozucu
ama ödevim için kullandım seni. İçeri girdim baktım, en uygun olan kurban sendin.
Ve sen de benimle göz teması kurunca olur bu dedim. Yani özür dilerim ama senin
bana kötü bir tepki vermeyeceğini düşündüm. Çok masum duruyordun.
-Ne ödevi?
-Ya kabaca bir insana hakaret ederken ve iltifat
ederken yüz ifadesi ve vücut dili hakkında bir yazı yazmam gerekiyor.
Of Abdi kullanıldık. Kalk Abdi kalk. Sanırım kalktık. Oh Abdi. Çektim aldım
nargileyi elinden dişiyle kemirdiği sipsiyi marpucun ucundan çıkarıp cebime
koydum.
-Bu benim en sevdiğim sipsim! Ayrıca sana yazıklar olsun! Bana bunu
yapamazdınız. Gururumla oynadınız Hazal Hanım.
-Ya özür dilerim. Abdi hey!
Sesi ardımda kesiliyordu. Ben onu ardımda bırakmak
için hızla yürüdüm. Aynı hızla vapura bindim. İltifatları düşünüp
gülümsüyordum. Hayata iyi yönden bakmalı Abdi diyordum. O hesabı da Hazal’a
kitledik, çok iyi oldu. Diş izleri kalmış sipside. Diş izlerinden onu
anımsarım. Malzeme çok Abdi, malzeme çok! Düşünceler içinde eve gelmiştim. O
günden sonra işsiz kaldığım zamanlarda, asla adalara filan gitmedim.
Bu öykü, Lacivert Dergi 18. sayısında yayımlanmıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder