30.11.21

Yazarını Yazan Öykü

 


Ne zaman bir öykü yazsam, bir adam hep bir yere gidiyor. Buradayım diye sızlanıyor sonra. Görülmek, bilinmek, kavuşmak istiyor. Kimse duymuyor sesini. Bir yandan ona diyorum, duysalar ne olacak? Ardından bir kaçkın olduğunu hatırlatıyorum ona, başına gelenin kendi eseri olduğunu söylüyorum. Ben bir öykü yazınca, derhal karakterlerimi karıları terk ediyor. İnsanlardan kaçıyor onlar da, fakat insanlara muhtaçlar. Bu çıkmazın sonlarında, ölün diyorum ben de. Çatılardan atlıyorlar en sonunda. Ölürseniz sevinirim sizler için, diyorum. Ölüyorlar. Şimdi onları bir kenara bırakmalı. Cesur olmak istiyorum. Bari bu öykü için. Öyle olsun bu kez. Bir kız vardı orda bir yerde. Güzel bakan bir kız vardı. Büyü gibi seviyorum onu. Sanki çok konuşunca, çok yazınca her şeyin büyüsü bozulacak gibi. Her şeyi sonuna dek tüketmek mi bu, yoksa tadını çıkaramamak mı? Hiç bilmiyorum. Ona bir mektup yazıyorum, cesur olmaya karar verdiğim için:

Seni kaybederim diye, kendim olmaktan korkuyorum. Bu
dünyanın bize güzel bir şey vereceğine dair itimat yok içimde. Yine de seni sevmek istiyorum. Biraz insan oluyorum böylece. Her şeyin bittiği günü düşünüyorum. Korku. Bu korku acı çekmekten çok, sana sesleneceğim bir gün beni duymayacaksın korkusu. Bu korku benden bıkarsın, senden bıkarım korkusu.  Her şeyin bittiği zamanlarda, seni hatırladığımı bilmemenden, belki seni hatırlamamaktan, gelecekte ne olacağını bilmemekten, seni de bilmemekten, bu korku... Korku mu tüm bunlar? Bugün yaptığım, yapmadığım ne varsa, yarın pişman olmaktan… Korku mu kim bilir? Seni seviyorum, nokta. Sevgim, korkumdan büyük. Olsun, ne olacaksa olsun.

Buruşturup atıyorum bu kısa mektubu bir kenara. Yazarlar günlüklerinde, mektuplarında bile bir başkası oluyor. Gitmek istiyorum.

 

Günlerden bir gün, en belirsiz bir zamanda, ve yine öyle zamansız bir mekanda, bu kez yürüyenin kendim olduğunu hayal ediyorum. Kötü bir semtte yaşadığım için; kırlar, bahçeler, ve o kızı hayal edemiyorum yanı başımda. Bu hayal işini on beş yaşında bırakmam gerekiyordu biliyorum. Bu hayal işine hiç başlamadım da aslında. Olumsuzu kuruyorum sadece. Beş yaşından beri, olumsuzluğu besliyorum koynumda. Yürüyorum, bir yere varmayacak bir adamın öykülerini dağıtıyorum sağa sola. Şimdi zaman farklı biliyorum. Her şeyin sonuna doğduk. Şarkılar da, şiirler de, öyküler de görmezden geliniyor. Görülse bile çarçabuk tükeniyor. Sevgilere, korkular şaibe katıyor. Ama onu seviyorum, nokta.

 

Bir öykü yazıyorum diye, evden çıkıyorum. Evimin önünde düz bir sokak var. Sonu büyük bir parka çıkıyor. Sıkışıp kalmışım kendi içimde. O olsa beni anlar mıydı, diye soruyorum. Aslında akşam bunu yazarım, diyorum. Bunu sormuşum gibi yapıyorum kendime. O olsa beni anlar mıydı? Ama bir cevabı yok. Anlamazdı, anlamazdı belki ama öperdi. Gerçekten kopuş tam burada başlıyor. Umutsuz olmak istemiyorum, ancak sorular doluyor kafama. Yaşamak için değil, yazmak için soruyorum, yazmak için düşünüyorum. Kimsenin bulamayacağı o öyküler için, gerçeklerden kopmaya değer mi? Değmez. Vazgeçiyor muyum? Cevabın hayır olduğunu, bunu okurken anlamış oluyorsun. Ben ne muhtacım yazmaya, ne de seviyorum. Bir tembelin, alışkanlığından başka bir şey değil bu. Ama biliyorum, bulacaklar beni. Ölmeden bulsunlar. Cevabın bu olmadığını anlamadan ölmek istemiyorum.

 

Bizi içine hapis eden o binaların yanından, üç beş ağaca orman görmüş gibi sevinen yüreğimle, parktan içeri dalıyorum. Beni o hep orada bekliyor. Şiirlerimi ezbere biliyor. Hayır bilmiyor aslında. Başından bir mısra okursam (ki benim şiirlerim mısra ile değil cümleyle başlıyor, çünkü iyi bir şair değilim) gerisini getiriyor. Latife ediyorum ona. “Parklarda boş boş gezerim, göllere taş atarım. Siz de bunlara rağmen seversiniz beni ne güzel.” Cevap vermiyor. Siyah şişme bir mont giymiş. İçinde kahverengi bir kazak. Saçı sakalı yine uzamış. Gözlerinin altı mor mor. Gözleri çukuruna gömülmüş.

“İçtin mi?” diyorum.

“Evet içtim. Ama soğuktan kafama geçmedi.”

Ona derdin var mı, diye sormam hiçbir zaman. Onun hep bir derdi vardır, onun derdi; dertsizlik. Hiçbir şeyi yeterince istemediği için kendine kırgın. Sessizliği yıkıyor sonra,

“O kadar başkası oldum ki, kendimi hatırlamıyorum bile.”

“Hayır.” Diyorum. Onu o kadar iyi tanıyorum ki, gerçeğin bu olmadığını biliyorum.

“Sen, değiştin sadece, yeni varlığını tanımlayamıyorsun içinde.”

“Bilmiyorum.” Diyor. Kaçacak bir yeri olmayınca, sığınıyor bu kelimeye. Sonra devam ediyor,

“Çok hata yaptım. Şimdi buradan sonrası için pek güç yok içimde.”

Sigara paketini çıkarıyor cebinden, bu sırada cep telefonuna bakıyor. Birileri aramış yine, birileri tarafından aranmak onu kaygılandırıyor. Gitmek istemediği yerlere çağrılmaktan haz etmiyor.

“Ben isteyince arayım onları, onlar beni hiç aramasınlar ama…”

 Sigarasını içmeye başlıyor. Ben konuşmazsam, konuşmaz.

“Hayır, sadece bu cümleleri tekrar ederek, kendini bunlara inandırmışsın.” Diyorum.

“Doğru.” Diyor ilk kez. Bilmiyorum, diyerek kaçmıyor. Devam ediyor konuşmaya,

“Kendimi kabul etmeliyim. Bu kadar deyip kenara çekilmeliyim. Bir işe girip, kıt kanaat yoluma bakmalıyım. Artık devlet büyüklerine kızgın da değilim. Her kuş uçacak diye bir kural yok bu zamanda. Karabataklar hem uçuyor, hem suların en derinine inip rızkını çıkarıyor.”

“Haklısın.” diyorum.  “O zaman şikayet ettiğin şey ne, onları da at hayatından, her şeyi kabul ettiysen, içinde huzur olmalı.”

“Mutlu olmayı öğretmemişler bize.”

“Hep suçu başkalarına atıyorsun.”

“Tüm suçu sırtlandığım zamanda, aslında suç başkalarının demiyor mu insanlar? Çok çalışınca bu kadar hırs iyi değil demiyorlar mı? Eve tıkandığın zaman çık gez, çıkıp gezdiğin zaman, çok gezen pabucun bok getireceğini söylemiyorlar mı? Susunca konuş, konuşunca sus. Zor bir işe girince, vazgeç, vazgeçtiğin zaman çabalamalıydın, demiyorlar mı?”

Canımı sıkıyor onunla konuşmak. Saçma bir düğümün içinde yine. Onu da bir öyküme alıp öldürmek istiyorum. Ama dünyanın bir yerinde benden habersiz bir şekilde hep yaşayacak.

“İnsanları sevmiyorsan, onların dertlerini de yüklenme.” Ayaklanıyorum, gitmek için.

“Sen bunu nasıl anladın?”

“Anlarım ben. Sen sevgiden çok acıma duyuyorsun onlara. Başlarına gelen felaketlere üzülüyorsun, tüm insanların olumsuz enerjisini emiyorsun. Aslında dünya fena değil. Bir yerlerde patlayan bombalar, açlıktan ölen insanlar, bunlar seni aşan konular. Hiçbir şey yapamazsın. O kadar tembelsin, bir o kadar da fakirsin ki, elinden hiçbir şey gelmez. Hatta yardım bile etmek istemiyorsun, sadece böyle olmasın, her şey yolunda olsun yeter, diyorsun. Karışmak istemiyorsun hiçbir şeye, ama her şeyin de yolunda olmasını istiyorsun.”

Gözleri doluyor ben bunları söylerken, açığını bulmuşken bastırıyorum,

“Kelimeler bizi yanıltıyor. Her insan kelimelere farklı anlamlar veriyor. Kelimelere güvenme.”

Aklına bir kadın geliyor o anda, belki aynı kadını düşünüyoruz. Kimsenin hayatında olmak istemiyor, ama ardında bıraktığı boşlukta dolmasın istiyor. Boynunu büküyor, hüzünlü ama yine de şakasını yapıyor,

“İstemek, ne zehirli kelime. Orta Yol Parti’sini kuralım. İstemek kelimesini tedavülden kaldıralım.”

Uzunca ofluyor sonra, devam ediyor,

“Düzelip döneceğim, bekleseler olmaz mı?”

“Olmaz. Düzelmeyeceksin. Bırak seni isteyenler böyle istesin. Giden gitsin, kalan kalsın.”

“Beni onların böyle istemesini istemiyorum, ben kendimi böyle istemiyorken…”

Birkaç adım ileri atıyorum, arkamı dönüp,

“O zaman böyle yalnız yaşa, şikayet et, sızlan, kimsenin umurunda değil. Seni önemseyen insanları da sevmiyorsun sen, önemsenmeyi sevmiyorsun çünkü. Yalnız kalayım istiyorsun. Üstelik bu düşüncelerle yaşamak istiyorsun. O zaman kimse yardım edemez sana.”

“Bilmiyorum.” Dediği için, bana hak verdiğini anlıyorum.

“Kimse senin istediğin kadar dürüst olamaz, yoksa dünyada düzen mi kalır? Kendimizi bile kandırırız. Hiçbir şey saf değil. Sevgi de, nefret de, aşkta, kelimeler de.  En masum bakışların ardından, ne şeytanlar çıkar biliyorsun. Kaldı ki sen de iyi bir yalancısın.”

“Baskıyla büyüdüm, yalan söylemeyi okulda öğrendim.”

“Yine yıkıyorsun sorumlulukları…”

Nutuk atmam onu kızdırıyor. Birden çatıyor kaşlarını,

“Benim derdim insanlar değil.”

“Senin derdin, insansızlık.” Diyorum.  Kafasını sola büküyor sinirle.

“Gidiyorum.”

Elini sallıyor bana.

“Sen o çocuk olarak yaptın her şeyi.”

Yine gözleri doluyor.

“Kendine itiraf et ve yeniden başla.”

Parkta dolaşıyorum biraz. Orada oturup bekliyor. Bir sigara daha yakıyor. Dayanamıyorum onu görmeye. Farklı bir öykü arıyorum sokaklarda. Yok. İnsanı çıldırtan bir tekerrür. Yine de şikayetçi değilim. Filtre kahve mi yudumluyorum bir kafede. Böyle şeylerle mutlu olan insanlar var. Böyle şeyler işte. Bir fincan kahveyle, bir kekle, bir çayla. Bizim ki ne bekliyor bilmiyorum.  Ona hayatı öğreteceğim. Geceleri uyumayı, gündüzleri erken kalkmayı. Kadere teslim olmayı. Bu pasif direniş, onu yıpratıyor.

Kafenin hemen yanında bir kokoreççi var, eskiden olsa severdim. Şimdi kokusu midemi bulandırıyor. Yine eve dönüyorum. Parkta ona kızsam bile, pek farklı değilim gibi ondan.  Odama giriyorum. Orada bekliyor beni,

“Seni eve getirdim.” Diyor bana. “Seni konuşturan da, gezdiren de bendim.”

Gülümsüyor.

“Merak etme, ölmeyeceksin.”

29.12.20

Bir Kutu Süt





 Ayla da hakkımı vermiyor. Ne kadar mücadele ettim, tebrik bile etmiyor. Cuma çıkışı kapıldık birde, bayiinin önü kalabalıktı tutamadım kendimi. Bire on veren bir kupon, yine kızımızın süt parası kaldı sadece cebimde. Oysa dün gece sabaha dek yalvardım; dualar ettim, ne büyük yeminler ettim, hatırladıkça canım acıyor. Ben ne lanet bir adamım diyorum aynalara. Aynalar kırık. Aynalar bana gözlerin kırışmış ve saçların açılmış diyor. Başım öne eğik geziyorum sokaklarda. Süt ne kadar? Yine mi zam geldi? Allah bin belasını versin. Torku’dan alamam artık, Bim’e gidiyorum. Sıra var. Kaçıyorum insanlardan. Yağmur başladı. Artık sevmiyorum yağmurları. Bir kutu süt almam lazım.

Bencil insanlar gibi, her yaptığım şeyi başa kakmam. Ama ben onun için sigarayı bıraktım. Diş etlerim kaşınıyor, başım uyuşuk, ağzımda başka bir insanın tükürüğü var sanki. Bunu bile anlamıyor. Öpme beni. Neden? Ağzın kötü kokuyor. Ne kokuyor? Bok. Bok mu? Bok daha iyi. Sigara içiyorsun, kısa sürüyor, kalkmıyor bile. Ondan değil stresliyim. Bak ben kendime bakıyorum, sen de kendine bak biraz.  Her gün kalçalarımı sıkılaştırıyorum. Görüyorum Ayla, internetten bakıyorum. Herkes bakıyor. Kahvehaneye gidiyorum. Ulan yavşak, bir insanın yüz çay borcu olur mu? Olmaz diyorum. İnsanım ama adam değilim. Beceremedim. Hakkı amca nerede? Bir şeyler söyler, içim açılır. Hakkı amca yok. Biraz sonra geliyor. Siz yakında boşanırsınız. Tavana bakarak yatma kendini asmak istersin. Jiletle tıraş olma bileklerini kesebilirsin. Sahile gitme denize düşersin. Öp karını diyor, ver hakkını, kaybedersin yoksa. Biz müslüman adamlarız. Söyle öyle şeyler yapmasın. Susuyorum. Bir kutu süt almam lazım. Hakkı amca şey… ne lan ne? Yok bir şey.

Gücüm yetmiyor. Açamıyorum kapısını kahvehanenin çıkamıyorum dışarıya. Ulan Müslüm az ekmek ye. Bulsam yerim. Ulan götsüz ne ballı adamsın sen!  Bilmiyorum niye ballı bir adamım ben. Karım beni terk etmek üzere diye mi? Kızım evde aç beni bekliyor diye mi? Babam her gün arıyor, sana o karıyla evlenme dedim, sana oku dedim, oku adam ol, oku eşek olma! Açıp bakıyorum kitaplara: Hiçbirinde nasıl eşek olunmaz diye bir şey yazmıyor. Kendimi öldürmemem lazım. Ama eşekler de kendini öldürmüyor. Eşeklik ve köpeklik arasında bocalıyorum. Kızım bana köpek baba diyor. Ona köpek baba demenin yanlış olduğunu anlatamıyorum. Annem ağlıyor nereden duyuyor bu çocuk bu lafları. O kaltak Şaziye’nin işi bunlar. Şaziye kaynanam, gözlerinden ölüm tütüyor. Ayla ile kaçtığımız geceden beri bana düşman. Bu sana bakamaz dedi karıma. Baktım, baktım, bakmalara doyamadım. Sevgi karın doyurmadı ama sevgiye aç kalmadık diyorum. Hassiktir köpekoğlusu evi bok götürüyor. Allah’ım diyorum, cevap gelmiyor. Öyle deme oğlum Müslüm diyor Hakkı amca, Allah seni duyuyor. Gözlerimi yumuyorum, Allah’ım ne olur bir cevap versen, sadece bana özel bir cevap, diren Müslüm desen direnirim, saçlarım da döküldü Allah’ım geri çıkarsan olmaz mı? Dünya tarihinde bir ilk olsun bu, haberlere çıkayım. Kel adamın yıllar sonra saçları yeniden çıktı desinler. Ayla beni artık hiç beğenmiyor. Allah’ım madem beni duyuyorsun kaynanam Şaziye yarın ölse olmaz mı, istirham ediyorum. Hem onun da iyiliği için Allah’ım başka amacım yok, kadın yaşadığı her gün dünya şirk koşma şampiyonu oluyor.

Yağmur durmuş. Dost marka süt yirmi beş kuruş zamlanmış. Bim’den çıkıyorum. Maçlar başladı Müslüm. Dur bakalım Müslüm, şu kafenin önünde dur. Wifiye bağlanılıyor, bağlandı... Biz oynarsak Barselona Osasuna ile berabere kalıyor. Allah’ım affet, duyuyorsun değil mi? Bana özel bir cevap ver, yemin ederim kimseye söylemem. Söylesem bile deli derler. On liraya birkaç saat boyunca yüz liram olacağını düşündüm. Olmadı. Allah’ım kır şu bacağını götlek Messi’nin bu sene gol atamadığı ilk maçı. Ronaldo’nun kramponunu taşısın yavşak. Bir kutu süt almam lazım. Olanları instagramdan Ronaldo’ya yazıyorum: Sevgili Ronaldo. Bugün çok kötü şeyler oldu. Çıkarcı bir insan olduğumu düşünmemen için, önce ananı sorarak başlayayım dedim. Ellerinden öperim, Allah sıhhat versin kardeşim. Çocuklar nasıl, gözlerinden öp benim için. Geçen gün gördüm fotoğraflarınızı kaç tane türettin be oğlum. Ben birine zor bakıyorum. Doğrusu bakamıyorum. Ah Ronaldo, o şerefsiz Messi’nin yaptıklarını bir bilsen. Nereden başlasam bilemiyorum. Dünya kupası finalinde kırmızı kart gören Zidan gibi gerginim. Sanki anama bacıma sövdüler. Sabah on üç liram vardı. Bu yavşak Messi maçı kazandırır dedim. Bir gol bile atamadı putperest. İlk maçtan yattık. On üç liram vardı. On lirası gitti. Üç liraya süt alamıyorum. Bu mesajı görürsen dön bana. Bir 10 euro ateşlesen beni iki gün idare eder. Adam Türkçe bilmiyor ki. Kolayı var. Kopyala, Portekizce çevir, yapıştır. Ne zaman döner acaba? Belki hiç dönmez. Umut harbiden fakirin ekmeği.

Tavana bakma dedi Hakkı amca bakmıyorum. Jiletle tıraş olma, bileklerini kesersin, bir aydır tıraş olmuyorum. Sahile gidemem, denize düşerim. Sokaklar güzel. Sessiz. Saat kaç oldu acaba? Bacaklarım yoruldu. Yağmur yeniden başladı. Eskiden severdim yağmurları. Artık sevmiyorum. Keşke bir lira isteseydim Hakkı amcadan, sütü alır eve giderdim. Telefon çalıyor, Ayla. Eskiden olsa şevk ile açardım. Bir mesaj: Sen aşağılık bir adamsın. Olur mu gülüm aşağılık kelimesine hakaretten tutuklanacaksın. Hakkı amca görmüş geçirmiş bir adam, eş zamanlı olarak iki kere evlenmiş, iki kadın birbirini hiç bilmemiş. Ben Ayla’ya hükmedemediğim için Hakkı amcaya derin  bir saygı duyuyorum. Binalara bakıyorum. Pek yüksek. Hakkı amca bana çatılara çıkma demedi ki. Görmüş geçirmiş bir adam, kötü bir şey olsa, çatılara çıkma derdi. Hangi binanın kapısı açık. Spotcu İlhan, Selamun Aleyküm. Mükremin abi ile işim var yukarda, yoksa çatıya çıkıp kendimi atacak değilim. Banane lan yavşak Müslüm, seni görünce ocağın parasını getirdin sandım. Ay sonu. Hayır ömrün sonu. Merdivenleri çıkıyorum. Korkuluklardan korkuyorum. Her şeyin hakkını veriyorum, Ayla hariç. İşte yedinci kat. Mükremin abi üç kat aşağıda kaldı. Tahta kapı ardına kadar açılıyor. Kuşlar kanatlanıyor, varlığım onları da rahatsız ediyor. Allah’ım duyuyorsun değil mi? Ronaldo’da cevap vermedi. Bu topçuların alayı göt. İyice kenara geliyorum spotçu İlhan karakteri gibi küçücük görünüyor. Hakkı amca yüksekten atlamak öldürür demedi. Bu bir intihar değil Allah’ım çünkü aşağı düşünce öleceğimi bilmiyorum. Bir kutu süt lazım. Düşüyorum.

7.5.20

Güneşin Doğmadığı Gün








İçinde bir sıkıntıyla uyandı. Birkaç saniye sonra bu sıkıntının nedenini hatırladı. Rüya görmüyordu. Her yer karanlıktı. Bu durumda bile nasıl uyuduğunu anlayamıyordu. Yataktan kalktı. Odasından çıktı. Sokaktaki sesleri duydu. Saate baktı, öğlen on iki olmalıydı. Balkona çıktığı zaman annesi babası ve kardeşleri oradaydı. Salondan babannesinin okuduğu Kur’ân sesini duyabiliyordu. Balkondan baktığında sağa sola koşturan, ağlayan, kaldırımla oturmuş insanları gördü. Tüm insanlar pencerelerde, balkonlarda sağa sola bağırıyor korku içerisinde titriyorlardı.

Annesi ağlıyordu, Ona yaklaştı,

“Yine mi sabah olmadı?” diye sordu.

“Yok oğlum ne sabah olması!”

Annesinin kaygı dolu sesiyle daha farklı bir korkuya kapıldı. Rüya olmasını istiyordu. Kolunu cimcikliyor, saçlarını çekiyordu. Ancak acı duyabiliyordu. Yüreğindeki bu acıyı hissediyor ve ondan kaçamayacağını fark ediyordu. Şimdi kendilerine hiçbir fayda dokunamazdı. Malk, mülk, sahip oldukları ne varsa hiçbir işe yaramıyordu.

“Bu kıyamet alemeti” dedi.

Babası elini çenesine dayamış umutsuz gözlerle ona bakıyordu.

“Evet doğru oğlum.” Dedi. “Kıyamete kaldık. Allah’ım biz bunu hak edecek ne yaptık?” Sesindeki korku insanın canını yakan cinstendi.

“Biz müslüman değil miydik baba? Niye  bugüne kaldık ki?”

“Demek ki değilmişiz.” Dedi adam.

“Hadi dua edelim bari.”

Babası göz yaşları içinde,

“Geç kaldık oğlum, güneş bile doğmaktan vazgeçti. Bunlar kıyamet alameti işte. İkinci gün bugün. Dün battı güneş ve battığı yerden tekrar doğdu.  Her şey karıştı. Normalde şimdi sabah olması gerekliydi. İşte bunu bir yerde okumuştum ben…”

Televizyonu açmak için salona geldi. Çoğu kanal çalışmıyordu. Çalışan birkaç kanalda son dakika haberleri vardı. Dünya’ya ne olmuştu? Evren niye böyle kaidelerini bozmuştu? Ateistliğile övünen bir profösör,

“Bu tarihi bir olay ama beklemekte fayda var. Evet mitler de böyle şeyler mevcut ancak bunun olmasını beklemezdim. Belki belki  bunu açıklayamayız. Yani irade üstü bir varlık tarafından gerçekleştirilmiş olabilir.”

Kimisi bu olanların uzaylılarla alakasını sorguluyor, kimisi bu olanların geçici bir süreç olduğunu, kimisi dini boyutunu ele alıyordu. Ancak gerçek olan tek şey insanların üzerinde hakim olan korkuydu. Ailesini rahatlatmak için yeniden balkona döndü,

“Bak anneciğim korkmayın, tarihte yine olmuş böyle şeyler. Geçecek hepisi!”

“Hak ettik oğlum biz bunu hak ettik! Bu yer yüzünden ne yapılması doğru değilse onu yaptık! Şu karanlığa kapılmadan önce bir gün olsun Allah’ı hatırlamadık. Şimdi de O bizi unuttu işte!”

Babası,

“Mucize arayıp duruyordu insanlar, alın size mucize! Helak olduk işte!”

Daha fazla dayanamadı. Sokaklara çıktı. Her köşede ağlayan insanlar gördü. Marketler, bakkallar her yer açıktı ama  kimsenin aklına bir şey çalmak, bir yeri yağmalamak gelmiyordu. Tüm maddi arzulardan arınmışlardı.

Girdiği bazı sokaklarda toplu şekilde dua eden insanlar görüyordu, tartışıyorlardı kimisi,

“Muhammed’in Allah’ına dua edin! Bize kimseden fayda gelmez gayrı!”

“Olur mu öyle şey canım?” diyordu bir diğeri sıkıcı bir ağız dalaşına giriyorlar, daha sonra ağlayarak,

“Affet Allah’ım bir şans daha ver.”  Diyorlardı.

Semtin meydanına çıktığı zaman halkın bir çoğunun burada olduğunu görmüştü. Sağa sola koşturan insanlar, olduğu yere diz çökmüş dua edenler, annelerini hengamede kaybetmiş ve ağlayan çocuklar görüyordu.

Bir banka çıkmış bağıran bir adam gördü. Etrafını insanlar çevirmişti, dinlemek için yaklaştı,

“İşte kardeşlerim! Ben geldim! Ben mesihim! Sizi kurtarmaya geldim!”

Çaresizlik içine düşmüş insanlar, bu kaosta sokaklara dökülen delilerden biriydi.

“Şimdi gideceğiz, o deccali öldüreceğiz!”

Kabalık bir kesim bu adamın peşine düştü. Deli de nereye gittiğini bilmiyordu ama can kaygısıma düşmüş insanlar onun peşine düşmüş ondan medet umuyorlardı.

Meydanın ilerisine doğru yürüdü.  Zikir seslerini, ağlama seslerini duyuyordu. Camiinin içerisi tıklım tıklımdı. İnsanların üzerlerinden geçerek içeri girdi. İmam göz yaşları içinde Kur’an okuyordu. Oradaki ihtiyarlardan birine,

“Nedir başımıza gelen amca?”

“Ahir zaman evlat.” Dedi Adam elindeki mendille gözlerini kapadı. Dışardan gelen silah sesleriyle camii içinde ufak bir panik havası oldu. Camdan bakanlar oldukları yere geri oturdular. Merakla dışarı çıktı. Bir adamın silahla intihar ettiğini gördü. Bir adam,

“Çocukların saçlarını beyazlatacak bu kıyameti görmektense intihar ederim daha iyi.”

Bu düşünce de olan dört kişi, aynı silahla kafasına ateş ediyordu. İnsanlar ise onlara bakıyor, buna cesaret edip edemeyeceklerini tartıyorlardı.

Olduğu yere diz çöktü. Yaptıklarını hatırladı. Kırdığı kalpleri, üzdüğü insanları, unuttuğunu sandığı kötülükleri bile hatırladı. İşte Allah terk etmişti onları. Uyuyup kalmışlardı. Milyonlarca insan açlıktan ölürken, milyonlaca çocuk bombalar altında ölürken hiç ses etmemişlerdi.  Tek dertleri zevk almak, sefa sürmek olmuştu. İşte kötü bir sona gelmişlerdi. Yer yüzünde daha önce görülmemiş bir şeye tanık oluyorlardı. Şimdi milyarlarca insan inanarak dua ediyordu. Sokaklardan, evlerden, göklerden, yerlerden; her yerden bu sesler duyuluyordu. Güzel İstanbul üzerinde yaşanılan her tarihi olaydan arınmış, bütün faciaları, bütün her şeyi yaşanmamış gibi unutmuştu. Şimdi hiçbir şeyin değeri yoktu.

Düşüne düşüne eve geldi. Gidilecek hiçbir yer yoktu. Allah’tan başka sığınacak kimse yoktu. Şimdi akıbetlerinin ne olacağını düşünmek hiçbir çözüm getirmezdi. Hiç olmamayı istedi. Hiç doğmamış olmak için neler vermezdi. Karanlık sokakladan, haykıran, af dileyen insanların arasından geçerek eve kadar geldi. Açık kapılardan içeri girdi. Babası koltukta baygınlık geçirmişti. Annesi ellerini yüzüne kapamış yalvarıyordu. Kimse kendinden başkasını düşünmüyordu. Balkona çıktı. Korkuluğun üzerine oturdu atlamayı düşündü. Beşinci kattan düşünce kurtulabilirdi. Ama nereye gideceğinden şüphe ediyordu. Yalnızlığın ne olduğunu şimdi anladı. Uyku ilaçlarının olduğu çekmeceye gitmek için korkuluklardan indi. Birkaç tane ilaç içti kıyamet koparken uyuyor olmak en iyisiydi. Düşüncelere direnemedi ama birkaç saat içinde uykuya daldı. Cehennem dolu rüyalar içinde çırğındı durdu.

Gözlerini usul usul açtığı zaman kurtulduğunu hissetti. Ölmüş olmalıydı ve cennete gelmişti. Evet bu sıradan yavan hayat cennetin ta kendisydi. Yataktan seviçle kalktı. Güneş battığı yerden, yani doğudan doğmuştu. Balkona koştu, halk sevinç içindeydi. Annesine ve babasına sarıldı. Salonda uzanmış babannesinin cesedi, kimseye yeis vermiyordu. Sokaklar cesedlerle doluydu ama insanlar onları görmezden geliyor, kurtuldukları için seviç gözyaşları akıtıyorlardı.

Bir adam bağırıyordu,

“Allah affetti bizi işte! Ey insanlar Allah affetti! Bundan sonra akıllı olalım, sapıtmayalım!”

“Kurtulduk oğlum!” diyordu annesi. Birbirlerine sarılıp ağlıyorlardı. Televizyonu açtı, tüm kanallar açıktı. İnsanlar bu olanları yorumluyordu. Profesor,

“Olabilir böyle bir şey! Yani bu olanları incelemek lazımdır. Bir yaratıcı olsa böyle bir düzensizlik olmazdı! Evrende düzen var diyoruz ama hangi düzen! Bakın gördük ki yer yüzü ve evren bir tesadüf eseri çalışıyor! İşte bilim yetersiz kaldı insanlar bu olanı yorumlayamadı ve bu kaos çıktı. Şimdi bunu anlamak gerek!”

Televizyonu kapattı. Hayatın normale dönmesi aylarca sürdü. Her şeyi yeniden kendi düzenlerine soktular. İnsanlar kaldığı yerden yaşamaya, hiçbir şey olmamış gibi kötülüklerine devam ettiler.


30.6.19

İnsomnia'da Bilinç Akışı


Gecenin kokusu özlemlerimi andırır. Bu benim yaralı bir kuşu sevişimi anlatır gibi gelir bana. Ben aklımı hiç susturamam. Uykularım yeni bir uykusuzluğa uyandırır beni. Yaşantım bir ölünün bile gıpta etmeyeceği sıkıcı bir zaman diliminden başka ne olabilir? Ölümler diğer ölümleri diriltebilir. Her  ölümde başka birinin ölümüne hüzünlenirim. Bu yüzden kedilerden tiksinirim. Düşüncem böyle gecelerde susmaz hiç. Bir bardak su içsem ne değişebilir? Sigaramı henüz yeni söndürdüm. Bir sigara daha içmem beni uyutabilir mi?
Uyumak güzeldir, bunu çok özledim. Özlemek nasıldır? Özlemek bir kalbin çizilmesinden başka bir şey değil. Tüm yaralar sahibinden bağımsız iyileşebilir. Neden kendimi bırakamıyorum öyleyse. Kendimi bırakmak istediğim uçurumlar diğer insanları öldürebilir. Diğer insanları öldüren şeyler, beni güldürebilir. Düşmek benim anlamım olmuş. Çakılacağım zeminler bana hasret kalabilir.
Bir akşam mıydı neydi? Bir derenin kulaklarımdan akıp geçtiği bir yolda, bir kedinin üzerinden geçmişti araba. Kedi kıvrandı. Günahı yoktu. Ama acı çekti. Ayaklanmak istedi, ön ayakları gövdesini çekemedi. Üzerinde bir tekerin izi. Bir sağ tarafa, bir sol tarafa yalpaladı. Yere düştü. Yer yüzü ilk kez bana sert geldi. Ağzından kan çıktı. Ölümü bekledi ama ölüm gelmedi. Bir kadın onu bir poşete koydu. Ölmesini bile beklemedi. Onu çöp kovasına attılar. Ben başında bekledim. Kedinin hırıltısı, yaşamın uzağına düştü. Kesildi nefesi, ve gözleri nedense bir boşluğa doğru kaydı. Şimdi ne olmuştu ve neden olmuştu.  Bir yıl kadar bunu düşündüm. Televizyon karşısında bile bunu düşündüm. Bir alt yazı geçti, Sudan’da bir patlama olmuş, 100’den fazla insan ölmüştü. Bu kedi kadar önemli gelmedi bana. Belki Fransa’da, Belçika’da olsaydı bu patlama üzülürdüm. Çünkü Afrika’da ölümü, yaşamdan daha çok anarlar.
Çünkü Avrupa böyle güzel bir hayatı yaşamak için, milyonlarca hayatı karartmış caniler tarafından kurulmuş, eski bir çan hurdasından yapılma,  meyhane pisuvarı kokan bir birlikten başka bir şey değildir benim için. Ben onu aslında arkadaşım olarak ölüyorum. Aklıma gelmesin istiyorum. Onu ağzından öpmek istiyorum. Ondan nefret ediyorum. Onun her şeyi benim olsun istiyorum. Hayatının ortasında yer almak istiyorum. Kalbimdeki karanlığı ölü kedilerle koyulaştırırken, hiç ummadığım bir anda dilini ağzımda bulmak istiyorum. Onu bir Afrika ülkesiymiş gibi sömürmek istiyorum. Doğal kaynaklarına sahip olmak istiyorum. Aşık erkekler Churcill kadar canileşebilir demek istiyorum. Bunu yaşamak istiyorum.
Uyumak güzeldir. Üç gündür uyumuyorum. Bu yüzden Yahudilerden nefret ederim hep. İdollerim vardır. Necmettin Erbakan, Seyyid Kutup, Şamil Basayev ve Gazi Osman Paşa. Bu adamları neden sevdiğimi bilmiyorum. Kendimden hep şüphe duyuyorum. Uyanık olup olmadığımdan, bir rüyanın ortasında olup olmadığımdan, hayatımdaki insanların hangisinin gerçek olup olmadığından bir şüpheye düşüyorum. Sizin gerçeklik anlayışınız, neden rüyalara endeksli değil hiç bilmiyorum.
Ayna var ya şimdi karşımda. Gözlerinde mor menekşelerle bir adam, küf kokuyor eski kazakları gibi, neden bilmiyorum. Kızıyorum kendime. Gözlerimi kapatıyorum. Hz.muhammed başımı okşasa ne düşünürdüm bilmiyorum. Onu hiç rüyamda görmedim, çok istedim gelmedi. Ben onu çok merak ediyorum.
Yatağım gibisi yok. Yastığa başımı koyup bekliyorum. Yine olmayacak hissediyorum. Uyumak, uyumak, uyumak istiyorum. O kedi gerçekten ezildi mi? Yoksa ben kafamda mı kuruyorum. Yok gerçekten ezildi. Çünkü kan görünce bayılacak gibi oluyorum. Rüya olsa ayılacak gibi olurdum. İçsesimi kimsenin duymamasından ötürü, kendimi bir okyanusun en dibinde karanlıklarda buluyorum. Bağırıyorum sevgilime. O beni sevmiyordur.
Yatağım gibisi yok ama neden salonda çekyatta yatıyorum. Televizyon beni izliyor. Şimdi onunla empati yapıyorum. Bu avizeye o kadar para vermeme hiç gerek yoktu. bak işte güneş doğuyor ve gecenin uykusunu bu seferde tadamıyorum. Gündüzleri uyuyamıyorum. Göz bandı kulaklarımı kaşındırıyor. Gözlerim kapanınca kendimi kurbanlık koyun gibi hissediyorum. Biri boğazımı kesecek sanıp, nefes nefese kalıyorum.
Hadi sus beynim uyumak üzereyim. Sen benim beynim olabilirsin ancak ben senin beyinim bilmiyorsun. Öf ne iğrenç sesler. O beni çoktan unutmuştur. O kedi çoktan çürümüştür. Ben uyumaya çalışırken kaç yahudi ölmüştür. Kaç Rus vodka içip, ayağı taşa takılıp o sarı kafasını patlatmıştır. Her şey için üzülemezsin kalbim. Her şey için üzülemezsin ki. Her şey için üzülecek kadar büyük değilsin. Uyursam ne güzel olur. Hadi buna odaklan! Uyumak, uyumak, uyumak, uyumak, uyumak. Olmuyor! Bir koyun, iki koyun… Üf bu çok sıkıcı. Hiçbir şey düşünmeden uyuyacağım şimdi… Bu futbolcular ne kadar çok para kazanıyor, buna çok kuruluyorum. Hatta NASA’nın çalışmalarını gereksiz buluyorum. Marstan gelecek bir avuç toprak mı değerli yoksa, susuzluktan ölen insanların ciğerlerindeki kuruluk mu? İnsanlar çok aptal. Bunu hep diyorum. Bedenlerimiz sayesinde insan olarak tanımlanabiliriz ama ben buna inanmıyorum. Konuşan şeytanlar, konuşan karabasanlar, konuşan leşler görüyorum.
Uzak bir yere gitme arzum, burada mutsuz olduğumu gösterir. Ve tüm gösterilenler bir mesaj içermez. Kafanı yormana gerek yok. Kafacığım kendini yormana gerek yok. Yok yok. Hiç gerek yok.

13.4.19

Bir Piyanistin Sağ Kolu




Ölü kediyi toprağa gömdüm. Sahile doğru koştum. Martılar nefret ettiğim sesleriyle tepemde dönmeye başladı. Bir insan nasıl bu kadar nefret dolu olabiliyordu? Her şeyden nefret ediyordum. Önümde başka bir boyut gibi uzanan şu sonsuz denizden, gökyüzünden ve tüm varlıklardan nefret ediyordum.
Sol elimle fırlattığım bir taş, çok uzağa gitmeden denize düştü. Sağ cebimde kalan sigarayı zor olsada çıkardım cebimden. Bir adam uzun uzun beni süzdü, dahası işi abartıp yanıma kadar geldi,
"Siz, o değil misiniz? Evet! Sizsiniz işte! Ne şanslıyım ama!" dedi.  Cebinden çıkardığı çakmakla sigaramı yaktı. 
‘’Aman efendim!… Sizi görmek ne güzel! Brüksel’deki konserinize bile gelmiştim! Siz bir dahisiniz!’’
Ses etmedim, bu adamın biran önce yanımdan gitmesini istiyordum, kafamı kayalara vuran dalgalarla temizlemeye çalışacaktım. Beni tanıyan çok insan olmazdı ama tanıyanlar ise bir yapıştın mı, kavlatıp atmak o kadar zor oluyordu ki! Hepsinin geberip gitmesini istiyordum.
‘’Sizin başınıza gelen şeyleri gazetelerden okuduk. Ülkede sanatçıya  önem verilmiyor ki. Bunu  bir kez daha anladım! Televizyonlar da bile bir dakikalık haber oldu ancak! Avrupalı olacaktınız ki! Sizi bu durumda yalnız bırakırlar mıydı hiç? Siz bir dahisiniz! Bu ülke için ne kadar önemli, ne kadar değerli birisinizi! Ama işte kör talih! Bizim buralarda kıymetinin bilinmesi için insanın önce ölmesi gerekiyor.’’
‘’Düşünceleriniz için teşekkür ederim. Ama yalnız kalma hakkımı kullanmak için lütfen bana biraz anlayış gösterin.’’ dedim. İçimdeki hin duygulara rağmen, onu tatlı bir dille yanımdan yollamak istedim.
‘’Hay hay efendim.’’ dedi. Voltasını aldı. Arkasına arada sırada dönerek, sahilin kayalıklarında sekerek gitti. Ne çirkin bir adamdı.
Çirkin olması, haklı olmasına engel değildi. Biraz haklıydı bu adam. Başıma gelenlerden sonra yalnız kalmıştım, ama bu benim tercihimdi. Bu durumda bile beni konserlere davet eden organizatörler vardı. Ama bana acımalarına ve başıma gelen şeyden ötürü, bana iyi davranmalarına tahammül edecek gücüm yoktu.  Sahneye çıkardıktan sonra, henüz yıkılmadığımı gören; bu alçak güruhun, beni elleri ağrıyana dek alkışlamasına ihtiyacım yoktu! Benim ruhum alkış seslerine doydu çoktan. Bunlar geride kaldı artık. Ve kendini Türkiye’nin üstünde sanan bu  parazitlerden tiksinmeye bile başladım. Çünkü onlar dinlemek için değil, başkalarına beni gördüklerini anlatmak için oraya geliyorlardı. Üstelik sefil ruhları, piyanonun tuşlarından çıkan o kutsal sese hiçbir mana veremiyordu.
*
Azize yatağa uzanmış, üzerine ince bir çarşaf almıştı.  O dünyanın en güzel kadınıydı. Tanrının bana neden böyle bir güzellik yaptığını hiçbir zaman anlamamıştım. Her konsere benimle geliyordu. Kumar tutkumdan, alkol alışkanlığımdan beni kurtarmaktı hayatta yegane amacı. Ona sarıldım. Bana döndü. Gözleri uykunun güzelliğine batmıştı. Alt dudağından biraz yaşam aldım. Gözleri durgun bir göl sakinliğinde, boynundan vücuduna inen bir yolculukta, durduğum tek duraktı.  Memelerinde doğacak çocuklarımızın el izlerini gördüm. Ellerini yüzüme koydu,
‘’Sen uslu bir adam olacaksın.’’ dedi.
Benim aklımda ise, onu nasıl ekip kumarhaneye giderim, düşüncesi vardı.
Yine riyakarlığım sayesinde kendimi ele vermemiştim.
‘’Ben senin uslu adamın olacağım.’’
Ağzı ağzımda büyüdü. Kokusuyla, uzakta kalmış çocukluğumun arka bahçelerine dek gidebiliyordum. Piyano çalmak için yaratıldığını sandığım parmaklarım, ona dokunmak konusunda da pek marifetliydi. Onun çıkardığı sesler; doğanın, arzunun ve yaşamı sesleriydi.
‘’Hadi provaya gidelim.’’ dedim.
O gün  Eik Satie’nin  Gnossiennes eserini çaldım.  Onun kulaklarına giden bu sesleri, özenle çıkardı piyano. O beni aşkla izledi. Orada ki genç müzisyenlerle benim hakkımda konuşmaya başladılar daha sonra. Ben ise telefonumu kapatıp, arka kapıdan kumarhanenin yolunu tuttum. Çünkü kendime engel olamıyordum.
Yaşamın heyecanı; insanın kazanmaya yahut kaybetmeye en yakın olduğu zamanlarda gizliydi. Bazen ortaya koyduğun bir miktar para değil, umutların, hevesin, heyecanın ve yahut kendi nefretin olabilirdi. Bu yüzden bu hazdan vazgeçemiyor ve yerine hiçbir şeyi koyamıyordum.
*
Baskın, ve iğrenç kokulu bir yerdi. Kırmızı halılar üzerinden, size kendinizi özel hissettiren o iğrenç makyajlı kadınların arasından geçtim. Rulet masasına oturup, sadece bin liralık oynayacağıma dair, kendime bir söz verdim. Oturduğum masada bir Alman ve onun çevirmeni vardı. İki Suriyeli ve bir  Türk beni görünce gelip masaya oturdular. Türk bir şeyler söyledi bana. Sohbet etme isteklerini, kibarca geri çevirdim. Sadece oyun hakkında konuşulmalıydı. 
Yirmi dakika içinde, sadece kırmızı renge paramı basarak, birkaç kez kaybetsem de paramı yirmi bin liraya kadar çıkardım.  Bu sırada özlediğim, aylardır içmediğim viski masama geldi. Azize’ye yeminler eden ben değilmişim gibi, içkiyi fondipleyip bir daha istedim. Parayı ona katlamanın keyfi vardı üzerimde.
Beş bin lira koyarak oynamaya başladım daha sonra. Top ruletin çarkında döndükçe zevkten dört köşe oluyordum. Bu zevkten mahrum olmamak için, herkesi hayatımdan çıkarıp, eriyip geberene kadar, bu bohem zevki yaşama isteği uyandı içimde. Bu tutku, Azize’nin bile önüne geçiyordu neredeyse! Kendime çok kızdım içimden, bu yersiz düşünceleri nasıl mantıklı buluyordum? Bu süreçte Suriyeliler kalkmıştı masadan. Birkaç kişi oturmuştu yerlerine. Masada benim olmamdan ötürü insanlar göz ucuyla süzüyordu oyunu. Kumar oynayan bir piyanist insanlara neden ilginç geliyordu? Medyaya yansıyan ben, böyle zevkleri olmayan bir insan gibi göründüğüm için miydi? 
Birkaç kadın ne kadar şanslı olduğumdan dem vuruyordu. Başka bir yüzsüz kadın ise yan masadan cep telefonuyla fotoğrafımı çekiyordu. Yarın yine çarşaf çarşaf haberlerim çıkacaktı. Artık utanıp sıkılmanın bir anlamı kalmamıştı.
Birkaç saat sonra, etrafıma bakındığım zaman masanın etrafını insanlar çevirmişti. O huysuz ve çirkef adam değişmiş, çevresine kahkahalar atan bir kumarbaza dönüşmüştüm! İşte bu bendim. Ben bu kadardım. Hayattaki tek zevkim buydu. Bu çirkin insanlar ve bu aptal hayat bana layıktı. Ben bundan hoşlanıyordum. Ben zevklerim ve arzularım kadar vardım. Kendimden tiksiniyordum ancak, bu mutlu olmama engel olamıyordu. Her ne kadar tüm dünyanın tanıdığı bir piyanist olsam bile, benim için kumar zevki, piyano çalmaktan daha iyi bir tercihti. Kendimi gerçekten hissetmediğim için, düşüncelerimin o anlık bir önemi yoktu.  
Masayı izleyenler şansımdan dem vuruyordu, bu söylenenler beni daha çok heyecanlandırıyordu. Ancak totemim bozulacak diye korkuyordum. Para önemli değildi ama kazanmak beni o kadar keyiflendiriyordu ki! İçimden kendime telkin veriyordum.  Konuşanlar beni sonunda etkilemişti. Kazandığım para eriye eriye, yedi bin liraya kadar düştü. Sinirlerim çok gerilmeden, yirmi bin lirayı sadece on beş dakika sonra yeniden gördüm. ilginç bir gündü. Çok şanslıydım ama ortamın etkisi ile ansızın heyecanla yüklü paralar basıp tekrar kaybediyordum. Aklım arada  Azize’ye gidiyor, oyun konsantrasyonum düşüyordu.
Azize’ye bir çiçek aldın mı tamamdı.  Üstüme sinen kokudan bilecek ben buradaydım! Madem bilecek, bağıracak, kızacak, o vakit şimdiden üzülmek anlamsızdı. Madem bunları göze aldın, keyfine bak. Biraz laf yapar, affeder. Hadi mutlu ol! Azize zaten benim. Ne yaparsam yapayım, beni bırakıp gitmez. Ben ne büyük yıkılışlar gördüm, gitse o zaman giderdi. Seven insan, sevdiğini affetmek için bahaneler arar. Hem ne gelirdi elden? Hastalıktı bu. Ben bir hastaydım. Hayatımın en öncelikli unsuru maalesef kumardı. Gitmeye karar verdim. Ama önce yapmam gereken bir şey vardı!
Herkesin gözü, dünyaca ünlü bu piyanistin üzerindeydi. Bu insanlara bir sanatçının nasıl kumar oynadığını göstermek istedim. Korkusuzca, zevk alarak, tutkuyla. Ama dışarıya hiçbir şey belli etmeden, sanki her gün yaptığım bir şey gibi, normal bir şekilde yaptım. Parayı otuz altıya katlayan, zeroya bastım. Yirmi binlik çipi zeroya koyduğum zaman, herkes çılgın olduğumdan bahsediyordu. Ben ise kaybedip evin yolunu tutmaya çoktan karar vermiştim. Kazanamazdım. Bu kadarı da olmazdı! İnsanlara çok gelen yirmi bin lira değildi, herkes daha büyük paralar kaybediyordu. Ben ise saatlerce oynadığım masadan, ansızın tüm paramı bırakıp kalkıyordum. Eğer istediğim olmasa bile arkama bile bakmadan çıkıp gidecektim.
Ruletin çarkında top dönmeye başladı. Herkes nefesini tutmuştu. Ben ise ceketimi giyiyordum. Sigaramı küllüğe bastım. Çarka baktım daha sonra, top siyah yedide durur gibi oldu ama sekti, kırmızı üçte tam durdu derken, son anda  zeroya zıpladı. Etrafta bir alkış tufanı patladı. Sarhoşluğun verdiği bir keyifle, bu duruma kahkahalar attım. Hiç tanımadığım insanlar bana sarılıyordu. Bu durum bana ve sanatçı duruşuma çok zarar veriyordu. Yarın gazetelerde çıkacak haberleri düşündüm.  Bir bardak viskiyi daha fondipledim. Bir şampiyon gibiydim. Hayatımın en mutlu anlarından birini yaşıyordum. Tam tamına yedi yüz bin lira para kazanmıştım. Buna kimse inanmazdı. Çok az para ile girdiğim kumarhaneden,  yedi  yüz bin lira ile çıkmıştım. Bir kalabalık arkamdan benimle dışarı kadar çıktı. Hepsine teşekkür ettim. Benden bir şey koparamayacağını anlayan bu yığın, sonunda peşimi bıraktı. Vale taksi çağırmak istedi, kabul etmedim. Ayakta zor duruyordum ama arabaya bindim.
Kontağı çevirecekken, cama narin elleriyle Azize tıklattı. Şok olmuştum. O buraya neden gelmişti? Nasıl beni bu kadar iyi tanıyor ve buraya geliyordu? Kapıyı açtım, arabaya bindi. Hiçbir  şey söylemedi. Sadece sulu gözlerle önüne baktı. Susması beni deli ediyordu. Susmak en ağır küfürlerden, en yüksek sesle atılan haykırışlardan daha gürültülü geliyordu. Ben sarhoştum diye mi zaman geçmiyordu, yoksa Azize bir saattir konuşmuyor muydu? Neredeyse uyuyacaktım artık. Benim söyleyecek bir şeyim yoktu, onunda söyleyecek şeyleri artık kelimelerle izah edilmiyordu. Ve belki defalarca söylediği şeyleri, bir daha söylemek istemeyen bir insandı. Sonunda o güzel sesini duydum,
‘’Beni kahrediyorsun!’’
Ben birdenbire bir servet kazandığımı hatırladım.
‘’Azize ben yedi yüz bin lira kazandım. İnanamazsın! Harikaydı. Bu parayla neler yapacağız bir düşünsene. Söz veriyorum sana, bu kez sondu! Yemin ediyorum bak!’’
Azize bu paraya neden hiç sevinmemişti?
‘’Geçen sene sattığın ve kumarda parasını harcadığın cip kaç paraydı? Milyonlarca lira para kazandın şimdiye kadar, konser vermediğin ülke kalmadı ama elde neyin var peki? Hepsini salak gibi o masada bıraktın. Hayatını mahvediyorsun! Ve maalesef bizi de harcıyorsun bu durumda. Seni tebrik ediyorum. Sen bu musun ya? Bu kadar mısın? Herkesin konuştuğu, herkesin hayran olduğu şu adama bakın! Gözlerini açamıyor sarhoşluktan. Ve biraz önce faişe dolu bir kumarhanede para kazandığı için pek mesut. ’’
Bir kumarbaza söylenmeyecek şeyleri söylemişti Azize.
‘’Ben bu ülkenin en değerli sanatçılarından birisiyim! Ve her insanın bayağı zevkleri olabilir.’’
Azize gözlerinde yaşlarla bana baktı ve onu hep bu bakışıyla hatırladım daha sonra,
‘’Evet iyi bir sanatçısın ancak, değerli kısmına katılmıyorum artık.’’ dedi. Cümleleri kızgın bir kurşun gibi yüreğime saplandı.
‘’Ben her zaman para kazanırım, sen canın sıkma, bu benim yeteneğim. Ölene dek kimseye muhtaç olmam, olmayız! Ben bir dahiyim, bu parmaklar ölene dek bize huzuru getirir. Eğer konu paraysa Azize…’’
‘’Sen bu durumun para ile ilgili mi olduğunu sanıyorsun? Bu hayatı terk edemezsen eğer, müzik kariyerinde zarar görecek ve…’’
Sustu ve ince boynu cama doğru döndü, göz yaşlarını eliyle sildi. Ve burnunu çekti. Minik burnu kıpkırmızıydı.
‘’E devam et!’’
‘’Benimle olan ilişkinde zarar görecek.’’ dedi.
İçerde düşündüğüm, ama aklımdan kovduğum düşünceler tekrar aklıma geldi. Azize’ den vazgeçmek ve kendimi kumara, alkole adamak istedim. Ama bu sarhoşluk etkisiyle, ona bunu söyleyip daha sonra bir ömür pişman olmak istemedim. Onu sözlerimle yaralamadım, sustum. Ama kontağı çevirip yola çıktıktan, yalnızca on dakika sonra bir tırın altına soktuğum arabada öldürdüm onu! Gazetelerde feci bir şekilde can verdiği yazıyordu. Bu yazı yıllardır beynime çakılmış bir çivi gibi orada duruyor ve benim gecelerimi, uykularımı katlediyor. 
 Tanrı bana onun gibi bir güzelliği neden verdi diye merak ediyordum ya hep? Meğer onu benden almak için vermişti. Daha acısı da benimle küstüğü bir zamanda ölmüştü. Ve onu ben, ben öldürmüştüm! Keşke daha güzel bir veda olsaydı.
*

Ölü bir kediyi, parçalıyordu martılar. Gittim kurtardım cansız bedenini. Zor olsa bile, ona bir mezar kazdım tek elimle. Ölü kediyi toprağa gömdüm. Sahile doğru koştum. Martılar nefret ettiğim sesleriyle tepemde dönmeye başladı. Bir insan nasıl bu kadar nefret dolu olabiliyordu? Her şeyden nefret ediyordum. Önümde, başka bir boyut gibi uzanan şu sonsuz denizden, gökyüzünden ve tüm varlıklardan nefret ediyordum.
Sol elimle fırlattığım bir taş, çok uzağa gitmeden denizin dibine doğru düştü. Sağ cebimde kalan sigarayı zor olsa bile çıkardım. Bir adam uzun uzun beni süzdü, dahası işi abartıp yanıma kadar geldi. Sigaramı yaktı. Ne yapıp edip,  birkaç lakırdı ettikten sonra onu başımdan savdım.  Kafamı, kayalara vuran dalgalarla temizlemeye çalışacaktım.

Kedi öldü, Azize gibi.  Sahi  ya Azize’nin memeleri çoktan çürümüştür, diye düşündüm.  Azize’nin yaşam kokan ağzı çoktan bir kafatasının sırıtan dişlerine dönüşmüştür.  İnci gibi dişleri, gerilen yanaklarının ortasından, bir parıltıyla karanlığa düşerdi.
Ne güzel gülümserdin Azize, gözlerimin önüne geldi hiç yoktan yere. Büyüttüğüm karanlığı bir sigara ucu kadar aydınlatabildim, sonra uzun ve sonsuz bir yalnızlığın içinde kaldım.  Daha sonra ben olmanın acısını hissettim, içimden çıkmak istedim. Tek kolu kopmuş bir katildim ben!  Daha fazlası değil. Kendim olduğum için, kendimden nefret ettim. Öfkeyle küfrederken, durmaksızın bocalarken, olduğum yerde ağlayarak çırpınırken, o kazada kopmuş kolumun yerine, omuzumdan bağladıkları, plastik kol denize düştü. Bunu gören bir çocuk acı bir bağırma tutturdu.

26.2.19

Faruk Bey Ve Asiye



Bursa’da çok farklı bir hayatla karşılaştım. Küçük bir ilçede, bir gecekonduda yaşarken, birdenbire kendimi,  bir ormanın ortasında, büyük bir ahşap konakta bulmuştum. Dedem ve Babaannem gerçekten farklı insanlardı. Anne tarafıma göre, daha kültürlü ve daha zenginlerdi. Anne evinde öğrendiğim ve sahiplendiğim  ne varsa benden almaya çalıştılar. Her şeyi yanlış öğrendiğimi düşünüyorlardı. Sonunda başardılarda.
 Bana verilen ismi  bile değiştirmek istediler. Yedi yaşımda olmama rağmen, ismimi değiştirip, babamın ismini verdiler. Ve benim adım artık Ali değil,  Faruk Ali olmuştu. Ben babamın bu evdeki temsilcisiydim artık. Büyük Faruk ölmüştü, ama yerine küçük Faruk gelmişti. Babamın acısını, benim varlığımla dindirebiliyorlardı. Onları mutlu etmemin tek nedeni, babama tıpatıp benzememdi. Burada ki ilgi benim de hoşuma gitmişti açıkcası. Başlangıçta zorlansamda, bu yabancılık çok sürmemişti çocuk kalbim, çevremde olan herkesi ve her şeyi sevmeye başlamıştı.

Bir çocuğun hoşuna gidecek her şeye sahip olmuştum. Tüm ilgi benim üzerimdeydi. Bana iyi ders veremediği için azarlanan hocalar, yemeğimi zamanında vermediği için kovulan aşçılar içerisinde, ister istemez farklı bir insan olmaya başlamıştım. Her şey yolundaydı. Hem öksüz, hem yetim olduğumu fark etmiyordum bile.

Ancak hiç yokluklarını hissetmediğim anne ve babamı, okula başladıktan sonra aramaya, ve özlemeye başlamıştım. Fotoğraflardan başka bir şey bırakmayan bu insanların, hayatımda o denli yer etmeye başlamasını anlayamıyordum. Baktığım fotoğraflar o denli tesir ediyordu ki bana, rüyalarımda ve hayallerimde anne ve babam ile ayrı bir dünya kurmuştum. Bu yokluk ve yıkıcı acı ben büyüdükçe içimde büyüyen bir balon gibiydi.  Alıştığım bu yaşam düzeni, işte  o zaman biraz bozulmaya başlamıştı. Çünkü hikayemi duyan herkesin bana karşı, bir çeşit acıma duymasını hazmedemiyordum bir türlü.  Bir babaya ve anneye her zaman ihtiyaç duyuyordum her insan gibi. Kim ne yaparsa yapsın, ne kadar nazlı büyütülmüş olsam bile, her şey istediğim gibi yapılsa da durum aynıydı. O ağır hüznü içimden bir türlü atamıyordum.

Bütün erkek çocukları babalarını anlatmayı ne çok seviyordu. Herkesin babası en güçlüsüydü. Ve herkesin babası muhteşemdi.  Ben bu sohbetlerden uzak duruyordum.  Ama ne kadar uzak dursam bile etkileniyordum. Benim içimde sonsuzluğu uyandırdığı için mi acaba, gidip büyük ağacın altında, yeşil çimenlere uzanıp, her akşamüstü ağlıyordum. Sadece ağlamam gerektiğini hissediyor, kalbimin boşluğunun, anne ve baba yokluğundan oluştuğunu bir türlü kendime geçiremiyordum.
Konağımızın temizlikçisi Hafize Hanımın kızı Asiye, beni bu gizli ağlayışlarda
 bulur teselli ederdi. Beni orada bulmaya alışmıştı artık. Birden bire sinsice belirirdi karşımda, gözyaşlarımı silmeye fırsatım olmazdı.

‘’Ne oldu Faruk?’’
‘’Hiç ne olacak? Aynı şeyler işte.’’
‘’Ne olur üzülme Faruk. Başka çocuklarda  var senin gibi. Mesela onlara bakacak kimseleri
bile yok.
Senin annen ve baban öldü ama hiçbir zaman yalnız kalmadın ki...
 Elbette hiçbir şey onların yerini tutamaz… Ya her şey daha kötü olsaydı? Yetimhanelerde büyüseydin.Sahipsiz olsaydın! O zaman ne olurdu? Bak ne güzel eviniz var, zenginsiniz.’’
‘’Hepsini Allah'a versek, annemi babamı geri verir mi Asiye?’’
‘’Ah canım benim!’’
‘’Niye böyle oldu ki? Neden benim başıma gelmiş anlamıyorum hiç’’
‘’ Dünya kötü bir yer Faruk!’’
‘’Dünya kötü mü bir yer Asiye?’’
‘’Evet canım benim! Dünya maalesef çok kötü bir yer.’’
O böyle konuştukça, ben onun canı oluyordum. Büyük ağacın altında beni dizine yatırıyordu. Saçlarımı okşuyordu. Acımı yüreğinde hissediyordu.
‘’Benim de babam yok Faruk. Tamam Anam var, çok şükür ama,
benim de Babam yok!’’
‘’Bugün çok korktum Asiye ben.’’
‘’Neden?’’
‘’Öğretmen, baban ne iş yapıyor diye soracak diye.’’
‘’Ah canım benim! Annen ve babanla buluşacaksın bir gün. O zaman üçünüz  cennette bir köşkte olacaksınız. O  zaman okul diye bir şey olmayacak. Böyle kimse olmayacak. Annen ve baban ile sonsuza kadar yaşayacaksın orada. Allah sen ne istersen verecek sana. Hem onlar seni görüyorsa, bu haline üzülüyorlarsa, kötü olmaz mı bu durum? Onlar istiyor ki, sen mutlu bir hayat yaşa ve en sonunda onların yanına dön.’’

 Sadece benden altı yaş büyük olmasına rağmen, nasıl o kadar anaç bir tavırla davranıyordu, acılarımı dindiriyordu, anlamıyorum hâla…
Asiye ile bu dostluk en son ne zamana kadar sürdü, hatırlamıyorum. Ama tüm çocukluk anılarımı yokladığımda,  her zaman en önde gelen isimlerden oldu. Bana bir nevi ablalık yaptı. Ve  yeşil Bursa'nın ferah güzel günlerinde, tüm güzelliğiyle hafızamda yerini aldı. Ben zamanın geçeceğini ve her şeyin değişeceğini bilmeden, hayatıma devam ettim. Zaman geçti, ve her şey değişti.
Ben büyüdükçe, evdeki saygınlığım da büyüyordu. ‘Küçük bey’ olmaktan çıkmıştım artık. On beş yaşıma geldiğim zaman. İyi bir eğitim almıştım. Orta düzeyde Fransızca biliyordum. Fıkıh, siyer ve hadis ilminde, dedemin zoru ile kendimi geliştirmiştim. Bir lise öğrencisi olmama rağmen, çevremde benim kadar kendini geliştirmiş bir arkadaşım daha yoktu. Yüzme sporuna ilgim vardı. Ama o kadar başarılı olmadığım halde  okul bana madalyalar veriyordu. Ben de bu gereksiz madalyalarla dedemi gururlandırmış oluyordum.  Benim büyümem onun hoşuna gidiyordu.
‘’Tez 17 yaşına gir, evlendireceğim seni!’’ diyordu.
Artık beni Hafize hanım, yahut babaannem keselemiyordu. Bu dedemin emriydi. Ben artık büyümüştüm ve bunu ben de fark ediyordum. Bana yükledikleri sorumluluklar değişiyordu. Dışarıda insanların bana karşı duyduğu acıma ile karışık sevgi, artık bir saygıya dönüşmeye başlıyordu. Kimse başımı okşayıp, birkaç şey söylemiyordu. Artık büyük bir insana nasıl davranıyorlarsa, bana da öyle davranıyorlardı.
Asiye genç bir kızdı. Eskiden odama gelir benimle konuşurdu. Ama artık oda benden uzak duruyordu. Kendine özgü bir havası vardı. Sürekli düşünceli, ve umursamazdı. Sürekli dünyanın en önemli meselesini, düşünüyormuş gibi bir yüz ifadesi vardı. Her şeye kayıtsız ve umarsızdı. Tüm insanlardan uzakta, kendi içerisinde bir dünya kurmuş yaşıyordu. Kocaman siyah gözleri, siyah saçları, nedense siyah rengine benzeyen kokusu ile bende tarifsiz şeyler uyandırıyordu. Ama artık benim acılarımı paylaşmıyordu. Benim halimi sormuyordu. Bende bu yüzden ondan biraz nefret ediyordum artık. O eski günleri, özlemle yad ediyordum.
Bir yandan da Asiye’nin her gün Hafize hanımla bize gelmesini istiyordum. Okuduğum kitaplarda, tüm kadınlara onun yüzünü yerleştiriyordum. Bu esmer kız benden altı yaş büyüktü. Beni pek ciddiye aldığı söylenemezdi. Çocukluğumda bana sürekli ablalık yapmıştı.  Bu yüzden aklıma farklı şeyler gelmiyordu.
Beni kardeşi olarak görüyordu, böyle düşünüyordum. Ve bende kendime zaten bir şey itiraf etmiyor, edemiyordum. Sadece ona yakın olmak istiyordum. Onu sürekli görmek ve sürekli etrafında dolaşmak istiyordum. O bana soğuk ve mesafeli davrandıkça, ben tahammül edilemez bir öfke ile doluyor, bazen tüm gece sinirden uyuyamadığım oluyordu. Tüm bu mesafeye karşılık ben de onu cezalandıyordum. Bu zavallı kıza içimden sürekli kötü davranmak geliyordu. Yıkadığı elbiselerimi bilerek kirletip ona kızıyordum.
‘’Bir işi de iyi yapamaz mısın sen be?’’
‘’Ne yapmışım Faruk bey?’’ diyordu gözlerini büyüterek. Kara gözleri kocaman olunca, içimde bir şeyler kaynıyordu. Kendimi bozuntuya vermeden,
‘’Baksana şu lekelere, nasıl kızsın sen be! Seni dedeme söyleme vakti geldi sanırım?’’
Asiye korkuyla,
‘’Aman Faruk bey, lütfen yapmayın, çıkarın bir kez daha yıkayayım.’’ Diyordu.
‘’Aman istemez!’’
Sonra suratımı asıp odama gidiyordum. Birkaç kitabı, raflarından düşürüp,
‘’Asiye!’’
O hemen odamın kapısını açıp, yüzünden benden bezmiş bir ifade ile,
‘’Buyurun Faruk bey’’ diyordu. Ben birkaç saniye onu izliyordum.
‘’Bu kitaplar ne yapıyor yerde?’’
‘’Ben hiç girmedim buraya efendim.’’ Diyordu.
‘’Aman be! Çık dışarı çık!’’
Asiye dışarı çıkıyor, ben yatağa uzanıp, Asiye’yi düşünüyordum.

Onunla gidip insan gibi konuşmak nedense bana bir yenilgi gibi geliyordu. Neden benden uzak durduğunu, neden eskisi gibi, benimle ilgilenmediğini soramıyordum. Tüm paylaşılan acılar,o güzel sohbetler  nereye gitmişti? Neden aramıza bu yabancılık girmişti? Buna dayanamıyordum. Onunla bir yabancı olmak tahammül edilemezdi. Ondan ne istediğimi ben de bilmiyordum. Ama içinde bulunduğum yalnızlıkta, biraz olsun acılarımı dindirsin istiyordum. Beni dinlesin, sevsin ve güçlendirsin istiyordum. Eskisi gibi bir dost olmak istiyordum. Ama o her an benden daha uzak bir yere doğru gidiyordu. Ve üstelik bir gün babaannemin, Hafize hanıma,
‘’Asiye’ ye şöyle güzel bir kısmet çıksada, düğün görsek.’’ Demesiyle tahammül etme gücüm hiç kalmamıştı. Ve Asiye’yi başkasıyla düşünmek, beni ona maalesef aşık etmişti.
Bir yol bir çare aradım. Birkaç hafta onu ne çağırdım, ne azarladım. Ama o yinede bu sessizliği fark etmedi. Ve gelip bir şey demedi bana. Benim ona iyi ya da kötü davranmam umrunda bile değildi.
Büyük ağacın altına oturup, üzüntülü bir yüz ifadesiyle bekliyordum. Asiye bu durumu fark etmiyordu bile. Hiç sabrım kalmayınca eski halime geri dönmüştüm. Ama bu sefer daha acımasız olmuştum. Demek o benim üzüntülerimi görmezden geliyor ve ciddiye almıyordu.
‘’Sil şu ayakkabıları’’
‘’Çıkarın Faruk bey.’’
‘’Ne çıkaracağım be! Ayağımda sil.’’
 O ayakkabılarımı silerken, ben bu garip kızdan ne istediğimi düşünüyordum.
Bilerek döktüğüm çaylar, altı kez ütülenen gömleklerim, yırtıp yırtıp diktirdiğim pantolonlarım Asiye’nin sabrını zorluyordu. Ama ne yapabilirdi, hiçbir şey.
Onun bu sabrı beni deli ediyordu. Neden diye sormaması beni kahrediyordu. Ve ondan nefret ediyordum. Bu nefret öyle bir duruma gelmişti ki, geceleri uykulardan uyanamama neden oluyordu. Aklımı kontrol edemez bir duruma gelmiştim. Artık ne yaptığımı, ne istediğimi iyiden iyiye düşünmüyor, anın getirileriyle, Asiye’ye zarar vermeye devam ediyordum.
Ayakkabımı sildiği bir gün, bu kin, onun saçını çekmeme neden olmuştu. Asiye birden titreyerek ağlamaya başlamıştı. Onun ağlamasıyla, bacaklarım tirtir titremeye başlamıştı. Daha fazla direnemeden, kendimi Asiye’nin yanına diz çökmüş bulmuştum. Gözlerim dolmuştu. Ona,
‘’Odama gel’’ dedim. Koşarak odama geçtim. İçimdeki nefretin, aşka bulanmış bir vaziyette, kalbimin tam ortasını işgal ettiğini o zaman kendime itiraf ettim.
Asiye birkaç dakika sonra odama geldi, yine aynı umarsızlığı ile,
‘’Buyurun Faruk bey.’’ Dedi. Hiçbir şey olmamıştı sanki.
Nereden başlayacağımı bilmiyordum. Ona ne diyecektim. Ondan utanıyordum. Gözlerim doluyordu. Ağlamamak için kendimi zor tutuyordum. Ama ağladım. Ellerimi yüzüme kapadım ve ayların verdiği yorgunlukla ağlamaya başladım. Gözlerimi açtığımda Asiye bana bakıyordu.
‘’Özür dilerim’’ dedim.
‘’Estağfurullah’’ dedi.
Artık uzatmanın bir anlamı yoktu.
‘’Asiye sen neden bana eskisi gibi davranmıyorsun?’’
‘’Nasıl?’’ dedi.
‘’Hani beni dinlediğin zamanlardaki gibi? ‘’
‘’Siz artık bir çocuk değilsiniz Faruk bey. Size böyle davranmam gerekiyor.’’
‘’Beni hiç sevmiyorsun değil mi?’’ diye sordum.
‘’Sizin çocukluğunuzu çok seviyorum’’ dedi.
‘’Asiye, ben seni seviyorum.’’
Asiye bu sevgiden bir şüphe duymadı.
‘’Sevdiğiniz için mu işkence?’’ dedi. Sesi aynı mağrurlukta, her şeyden çok uzak bir tondaydı. Ne hissettiği anlaşılmıyordu.
‘’Senin beni Faruk bey olarak görmenden ötürü.’’
Asiye’ye doğru yürüdüm. Ona yaklaştım ve,
‘’Hâlâ ellerin saçlarımda dolanıyor gibi hissediyorum. Bana en yakın olan sendin hep. Ama şimdi beni kimsesiz bıraktın.’’
Asiye bendeki bu değişimi anlamıyordu. Söylediğim şeyleri ve tutumumu şaşkınlıkla karşılıyordu.
‘’Ben de sizi seviyorum Faruk bey. Siz bizim elimizde büyüdünüz.’’
‘’Peki’’ dedim. ‘’Ben sizin elinizde büyüdüm.’’
Asiye odadan çıktı. Ve bir süre onunla  hiç ama hiç konuşmadım…
İçim yinede rahattı. Çünkü Asiye ile düşmanlığım bitmişti. Ama şimdi içimde, alev alev büyüyen bir aşk mevcuttu. Yaptığım şeyden ötürü, kendimle övünüyordum. Mutlu hissediyordum. İstediğim olmuştu. Asiye ile ilişkimiz eskisine nazaran daha iyi sayılabilirdi. Ama aşk her zaman daha fazlasını istiyordu. Sevgimi bir çocuk sevgisi olarak görüyordu belli ki.  Hiçbir şey değişmemişti aslında. Sadece ona kötü davranmıyordum. Ama o yine beni pek ciddiye almıyor, kendi havasında yaşıyordu. Bu durağanlığa bir son vermek istiyordum. Yine eski halime dönmenin bana bir faydası yoktu. ama Asiye’ nin bana karşı kayıtsızlığı beni mahvediyordu.
Biraz daha risk almam gerekiyordu. Aşk en korkak çocukları bile, en cesur savaşçılardan daha korkusuz bir hâle getirebiliyordu. Ciddi bir karar aldım. Dedemin ve babaannemin bana karşı tutumlarını değiştirecek bir hata olabilirdi bu. Ama sonunda yaptım. Ona secvgimin, nasıl bir sevgi olduğunu söylemek istedim. Aşk, bilinmek istiyordu. Birkaç gün süründüm durdum. Bir bahanem yoktu ona merhaba demek için. Ama en ilkel yöntemimi denememe bir engel yoktu.
. Yine bir gömlek ütületme bahanesi ile odama çağırdım.
‘’Buyurun Faruk bey’’ diye girdi içeri. Son zamanlarda davranışlarım onun bana karşı duyduğu saygıyı arttırmıştı. Çirkeflikler yapmadığım için, vereceğim emrin ciddi olacağını düşünüyordu. Hiç zaman kaybetmeden lafa girdim,
‘’Yaklaşık bir haftadır uyuyamıyorum Asiye.’’ Deyince, yüzünde bir şaşkınlık oldu. Ou şaşırtabilmek bile zordu. Ama başarmıştım.
‘’Neden efendim? Yatağınızda bir sorun mu var?’’
Elim ayağım birbirine dolaşıyordu. Ayakta daha fazla duramadım. Yatağa oturdum. Bir süre sonra, midem iyice bulanmaya başladı. Heyecan bana fazla gelmişti. Başımı yastığa koydum. Pencereden içeri düşen gölgelere baktım. Bir kuş camın kenarında uzun uzun öttü. Asiye’ye bir yanıt vermedim. Asiye usul usul odadan çıktı. Bu benim için, bir redediliş sayıldı   o an.
Her şey dahada kötü olmuştu. Aşkımı dolaylıda olsa anlatmış ve beklediğim gibi bir yanıt almıştım. Ama azda olsa, kendime itiraf edemediğim bir umudum vardı.
Ve mutsuzluğum evdeki herkesin dikkatini çekiyordu. Ama kimsenin bir şüphesi yoktu. Asiye ile konuşmuyordum artık.  İçimin yükü her geçen gün dahada ağırlaşırken ona karşı yenilgimi kabul ettim.  Derslerim yoğun diyerek, evde değil okulun yatakhanesinde kalmaya başladım. O benim için neler ifade ediyordu? Düşünüyordum. Ve çıktığım tek nokta, ona aşık olmamdı. Beni bıraktığı yalnızlıktan ötürü ondan nefret ediyordum aynı zamanda.
Dedem bir hafta sonra beni gelip eve götürdü. Bursa’ geldiğimden beri, ilke bu kadar uzun üsre ayrı kalmıştık. Bu kadar ayrılığa dayanabildiler artık. Gözle görülür bir çöküş vardı vücudumda. Bu dedemi ve babaannemi çok üzdü. Üstüme düşmeye başladılar. Ama ser verip sır vermedim. Aşkı en derinimde gizleyip, en yakın arkadaşıma bile açmadım.
Eve dönsem bile, ruh sağlığım yine iyi değildi. Bu Asiye’yi bile vicdana getirmişti. Ama bu kez benim bir beklentim yokken olmuştu.
Birkaç gün sonra, bana getirdiği ballı süt ile odamın kapısın vurdu.
‘’Gel’’ dedim. Sütü masaya bıraktı. Ve kapıya doğru yürüdü. Yine beni umursamadan çıkıp gidecek diye düşünürken, kafasını uzatıp dışarıyı kontrol etti.  Kapıyı kapatıp masanın kenarına elini dayadı, yüzünü yere eğdi, bana bakmıyordu,
‘’Eğer bu kederin nedeni ben isem, bu evden giderim Faruk bey. Lütfen kendinize bu kadar zarar vermeyin’’ dedi. Çok az çalışan beynim ilk kez bir kurnazlık yaptı ve,
‘’Eğer iyi olmamı istiyorsan, bana bir ayrıcalık tanı’’ dedim.
‘’Sizin için her şeyi yaparım.’’
‘’Eski çocukluk günlerimiz hatrına, şu yatakta yanıma uzanır mısın?’’
Asiye başını yerden kaldırdı,
‘’Lütfen daha akıla yatkın şeyler isteyiniz.’’
‘’Her şey akıla yatkın olsaydı, yer yüzü daha başka olurdu Asiye.’’
‘’Nasıl olurdu?’’
‘’Çok sıkıcı olurdu. Kocaman mutsuzluklardan başka bir şey olmazdı.’’ Asiye hiç ses etmedi. Ben devam ettim konuşmaya.
‘’Bir kardeş gibi, lütfen! Sadece beş dakika.’’
‘’Bunun size ne faydası olur efendim, lütfen beni zor duruma koymayın.’’ Dedi. Kibir abidesi ben, aşk karşısında yelkenleri suya indirdim.  Oturduğum yataktan fırladım, elimdeki kitabı bir köşeye fırlattım. Gidip bacaklarına sarıldım ve başımı kaldırıp,
‘’Sana yalvarıyorum!’’ dedim.
Asiye şaşkın bir şekilde, ellerimden kurtuldu ve usul usul yürüyerek yatağın kenarına geldi. Gözleri hafif ıslanmış bana baktı, sonra yatağın kenarına uzandı.
Ben ise odanın kapısını kilitledim ve yatağa doğru yöneldim. Büyük bir utançla yatağa uzandım. He şey rüya gibiydi. Asiye’nin arkasından sarıldım ve saçlarını kokladım. Ve aylardır süren bu amansız hastalık bir nebze rahatladı. İşte ona kavuşmuştum. Sarılıyordum. Dokunabiliyordum. O buradaydı. Yanımdaydı. Kokluyordum.
‘’Sizinle ne yapacağız Faruk bey böyle?’’ Dedi.
‘’Bana eski güzel günlerdeki gibi davran.’’ Dedim.
Asiye bir süre sustu. Ben o şekilde ölmeye, ve o şekilde gömülmeye razıydım o zaman.
‘’Bana bakın küçük bey! Çok olmaya başladınız’’ diyerek bana doğru döndü. Kocaman gözleri karşımda idi. Kokusu yastığıma siniyordu. Yüzünde uçarı bir gülümseme bana bakıyordu. Ben ise birden tanıdıklaşan bu mimiklerden aldığım güçle ona sıkı sıkı sarıldım. Ve ağladım.
‘’Seni çok seviyorum Asiye. Lütfen bana bu kadar uzak olma. Lütfen beni sahipsiz ve yalnız bırakma. Yalvarırım bu kötü dünyada beni sessiz ve nefessiz koyma! Sen benim her şeyimsin. Sana yaptıklarımı affet.’’
Onunla göz göze gelmemek için başımı yukarı doğru kaldırmıştım.
‘’Ben seni affettim Faruk ama sen bize yaptıklarını nasıl affedeceksin, bu durumu kimseye anlatamayız. Dedeniz şu durumu görse, beni bu şehirden sürer, o sana valinin, kaymakamın kızını düşünürken, sen kendinden altı yaş büyük, bir hizmetçiye aşık oluyorsun. Lütfen akıllı ol. Ben de seni seviyorum. Ama bu sevgi farklı bir sevgi biliyorsun.’’
Yanımdan kalktı ve odadan çıktı. Hem çok mutsuzdum, hem de çok mutluydum. Asiye artık biliyordu her şeyi. Ona sarılmıştım. Af dilemiştim. Ama şimdi ortaya bir soru çıkmıştı, ben ondan ne istiyordum. Dedikleri doğruydu. Bu işe kimse izin vermezdi. Bunu dedeme söylemem bile, Asiye’nin evimizden sonsuza kadar gitmesine neden olurdu. Henüz liseyi bile bitirememiştim. Dedemin ön gördüğü evlilik yaşından iki yaş ufaktım.
Bir ay gibi bir süre, Asiye’yi  gözlerimle sevdim durdum. Onunda bakışları bazen bana değiyor ve ufak tebessümler oluyordu aramızda. Yarı umutlu, yarı umutsuz bir vaziyette yaşadım gittim. Asiye’yi bir daha odama çağıramadım. Bir daha öyle güzel şeyler yaşayamadım. Ama onun kalbini kazanmış olmak hep beni iyi hissettirdi.
Her şey olağan seyrinde giderken, Hafize hanımda, Asiye’de birkaç gün gelmediler. Bunu merak edip, sormam bir şüphe uyandırır diye iki gün boyunca dedeme soramadım bile. Ama sonunda sabrım taştı,
‘’Dede bu Hafize hanım nerede?’’
‘’Sen Hafize’yi mi merak ediyorsun, yoksa Asiye’yi mi?’’  dediği anda kafamdan aşağı kaynar sular döküldü. Hiç yanıt vermeden olduğum yerde put gibi kaldım. Utanç yüzüme kadar vurmuş, yanaklarım kızarmıştı.
‘’Ulan küçük oğlan, o senin ablan yaşında be! Bak yataklara düştün, hasta oldun. Şimdi bir çobanla evleniyor.  O senin dengin mi oğlum? Yaşını başını almış bir kız! Sen okumuş etmişsin, o daha elif bilmez.’’
Dedemin her şeyi biliyor olmasının şaşkınlığıyla, Asiye’nin başka biriyle evleneceğinin verdiği acıyla, dakikalarca orada durdum. Koca Bursa’da bir bakkal dedemin korkusundan cesaret edip bana bir paket sigara satmadı. Ama bir çocuktan tütününü aldım. Hayatımın ilk sigarasını o gece içtim. Tüm gece Asiye’nin evini izledim durdum. Çıkmadı, etmedi.
Ertesi gün yine aradım durdum onu. Ortalıkta yoktu. Umutsuz eve döndüm. Hafize hanım, Asiye’yi bize getirmişti. Vedalaşsın diye. Ben odama çıktım. Aradığım, bir türlü bulamadığım Asiye meğer burnumun dibindeymiş. Odamın camından kapıyı izledim. Eğer kapıdan çıksaydı, koşup peşine düşecektim. Ne yapıp edip konuşacaktım onunla.  Ben beklerlken nasıl oldu izin aldıysa, Asiye odama geldi. Kapıdan,
‘’Faruk bey müsait misiniz?’’ dedi.
Ben heyecanla ayağa kalktım. Tüm durgunluk üzerimden uçtu gitti.
‘’Gel!’’ dedim.
Asiye’yi karşımda görünce, yüzümde bir tebessüm oluştu. O da bana acıyla güldü.
‘’Gelebilir miyim demedim, müsait misiniz diye sordum.’’ Asiye gülümsedi.
‘’Boş bulundum işte.’’ Dedim. Kalbimin attığını sanki ilk kez hissediyormuş gibi, rahatsız oldum.
‘’Seni haylaz, sigara kokuyor bu oda’’ dedi. Kendimi güçsüz hissediyordum. Yatağa oturdum.
İnsanı boğazlayan bir sessizlik oldu daha sonra.  Sustuk. İkimizde konuşamıyorduk. Kelimeler aklımda dolaşıyordu ama bir türlü sesim çıkmıyordu. Kim bozacak bu sessizliği diye düşünürken sonunda o,
‘’Ben sanırım gideceğim Faruk.’’ dedi.
Ben o lafını bitirmeden,
‘’Bence kabul etme Asiye.’’ Dedim.  Asiye bana doğru geldi,yanıma oturdu, bir anne gibi saçlarımı okşadı.
‘’Ah benim küçüğüm, neyi bekleyeyim?’’
‘’Bana küçük deme Asiye. Ben büyüdüm, büyüdüm ve sana aşık oldum. Beni bekle, kim ne derse desin, seni alacağım ben.’’
Asiye gözleri yaşlı,
‘’Siz erkekler üç dört yıl boyunca bir kadına verdiğiniz sözü asla tutamazsınız. Hadi Faruk bunları geçelim ne olur? İçimi yakma. Hiç aklımdan çıkmıyorsun kaç zamandır. Seni üzmek istemiyorum. Benim için çok değerlisin. Benim için çok şey ifade ediyorsun, ama o dediğin çok başka bir şey. Ben bu durumu kabul etmesem bile bir daha bu eve dönemem, deden benim hakkımda ne düşündüğünü biliyor, anlamışlar. Buraya geldiğimden haberi bile yok! Öyle utanıyorum ki!’’
Ben bu dar vakitte, ona ne kadar çok şey söylersem, o kadar iyidir diye düşündüm.
‘’Senin ile tüm hayatları yaşamak isterdim Asiye. Tüm zamanlarda seninle yaşamak isterdim.’’ dedim.
Asiye’nin gözleri dolu dolu bana bakıyordu. Ben kendime bile açamadığım her şeyi ortaya dökmeye karar vermiştim bir kere. Aşk kalbimden dilime doğru hücum etmeye başlamıştı.
‘’Seni günün her saatinde öpmüş olmak isterdim. Sabahları seninle kalkmak, geceleri seninle yatmak isterdim. Aynı eşyaları kullanmak isterdim. Bizim dediğimiz onlarca şeyimiz olsaydı keşke.’’
‘’Faruk ne olur yapma böyle!’’ Asiye’nin gözünden bir damla yaş düşmüştü.
‘’Sen böyle şeyleri söyleyecek bir çocuk muydun? Çok şaşırdım inan!’’
‘’Ben de şaşkınım Asiye.’’
‘’Bana aşıktın madem, neden bir köpeğe davranır gibi davranıyordun? Neden kötü kalpli bir zengin gibi davranıyordun?’’
‘’Çünkü sana aşıktım Asiye! Sevgi ne kadar güzel bir şey olsada, aşk biraz barbarca. Nefret ile yan yana. Benden uzak durduğun için, bu yüzden sana her zaman kötü davrandım.’’
‘’Ben bu kadar büyük bir aşka düştüğünü bilmiyordum ki? Sen daha küçük bir çocuksun Faruk. Bu bir heves olabilir. Tüm bunlar seni etkileyen o kitaplardan esintiler olabilir anladın mı? Ve başka bir şey daha olabilir. Yani söylemek zor.’’
‘’Neymiş zor olan söyle bakalım.’’
‘’Yani annesizliğin verdiği o yalnızlığı benimle dindirmiş olabilirsin. Belki beni o boşluğa koymak istiyorsun.’’
‘’ Evet Asiye, senin benim annem olmanı isterdim. Ya da kız kardeşim olmanı isterdim. Senin benim hayatımın bir yerinde olmanı isterdim. Ama bir yabancısın işte. Beni avutan, beni dizine yatıran, kimsesizliğimi dindiren, beni büyüten kadın sensin. Ama bir yabancı gibisin işte. Ve sadece hatıralarda kalacak kadar eskiteceksin beni. Buna tahammül edemiyorum. Her ne olursa olsun içimde seninle yaşamak istiyorum. Ve amacım sadece sana sahip olmak değil, senin de bana sahip olman. Ben çok yabancıyım her şeye. Koca Dünya’da başıma gelecek en kötü şeyler geldi. Annesizlik ve babasızlık… Şimdi de  hayatımın ilk aşkı bir hüsran ile sona eriyor. Bu imkansızlık beni hasta ediyor. Buna katlanamıyorum. Benim olmayışına ve benden uzak olmana dayanamıyorum.’’
Asiye ellerini yüzüne kapamış, hıçkırıklarla ağlıyordu. Ben artık açılmıştım. Söylediğim şeylere ben de şaşıyordum.
‘’Senin o kendine has gülüşünle beni her sabah uyandırmanı isterdim. O siyah saçlarının arasında uyumak isterdim. Ağzını, dilinden daha iyi tanımak isterdim. Seni bana katmak isterdim. Benim bir parçam olmanı çok isterdim. Sen konuşulunca, akla ben gelmek isterdim mesela. İster kabul et, ister etme. Sen benim her şeyimsin Asiye. Biraz ölmüş annem, biraz hiç olmamış kardeşim, biraz hayat arkadaşım, biraz aşkımsın. Ben herkesi bırakır giderim gerekirse ama sen ona gitme.’’
‘’Of her şey çok zor.’’ Diyordu Asiye, bir yandan gözyaşlarını elinin tersiyle siliyordu.
‘’Sen bana benzeyen tek şeysin. Tek ait hissettiğim kişi sensin. Ve bugün seni de kaybediyorum. Hem de hiç kazanamadan. Hiç doyamadan. Yaşımdan büyük bir işe mi kalkıştım yani! Annem ve babam öldü, bu nasıl kaderse, sana aşık olmakta benim kaderimmiş Asiye. Katlanmaktan başka çarem yok.’’
Asiye başını kaldırdı,   gözleri ağlamaktan şişimişti. Kendini zorda olsa durdurdu. Bana doğrı iyice yaklaştık. Sıcak ve titrek nefesi, çeneme vuruyordu. Daha sonra boynuma sarıldı. Ben de, o da deliler gibi ağlamaya başladık. Odanın kapısına inen birkaç sert yumrukla irkildik.
Kapıyı açmak zorundaydım. Çünkü kapıdaki dedemdi. Kapıyı açar açmaz çok şaşkın bir vaziyette bizi süzdüler.
‘’Ne bu hal, bre deyyuslar’’ dedi.  Dedem,
‘’Anam! Asiye rezil ettin bizi, anam! Çık dışarı.’’ Dedi Hafize Hanım.
Hatice kafasına bir kötek yedi kaçarken. Ben ilk kez dedeme karşı gelerek,
‘’Ben bu kızı seviyorum, dede. Ya bana alırsınız, ya da ben çeker giderim.’’
‘’O nasıl laf oğlum!’’ diye bağırdı dedem. Ama ben daha fazla dayanamadım, utançla kaçtım evden.  Benden beklemedikleri bir şeyi ilk kez yapıyordum. Evliliğe ve kadınlara ilgisiz sandıkları benden, böyle bir hareket gördükleri için, kim bilir ne kadar şaşırmışlardı? O günün akşamı utançtan eve dönemedim. Ertesi gün de bundan böyle geçti. Yeşil Bursa’nın yaz gecelerinde; iki gün sokaklarda geçti, aç susuz bir şekilde. Bir türlü eve dönecek cesaretim yoktu. ama dedemin eli kolu çok uzundu, yakalanmam çok sürmedi.
Bir polis memuru, camiide su içerken gördü ve tanıdı beni. Zorla tutup eve götürdü.  Belki de ilk kez dedemin bastonun tadına bakacaktım. Her şeye hazır bir şekilde, kapıyı çaldım. Olan şeyler, ne kadar utanç verici, diye düşündüm. Ama yüzleşmekten başka çare yoktu. Kapıyı dedem açtı.
‘’Düğünün var, sen ortada yoksun deyyus’’ dedi. içeriye baktığımda Asiye bana gülümsüyordu.