Ölü kediyi toprağa gömdüm. Sahile doğru koştum.
Martılar nefret ettiğim sesleriyle tepemde dönmeye başladı. Bir insan nasıl bu
kadar nefret dolu olabiliyordu? Her şeyden nefret ediyordum. Önümde başka bir
boyut gibi uzanan şu sonsuz denizden, gökyüzünden ve tüm varlıklardan nefret
ediyordum.
Sol elimle fırlattığım bir taş, çok uzağa gitmeden
denize düştü. Sağ cebimde kalan sigarayı zor olsada çıkardım cebimden. Bir adam uzun
uzun beni süzdü, dahası işi abartıp yanıma kadar geldi,
"Siz, o değil misiniz? Evet! Sizsiniz işte! Ne şanslıyım ama!" dedi. Cebinden çıkardığı çakmakla
sigaramı yaktı.
‘’Aman efendim!… Sizi görmek ne güzel! Brüksel’deki
konserinize bile gelmiştim! Siz bir dahisiniz!’’
Ses etmedim, bu adamın biran önce yanımdan gitmesini
istiyordum, kafamı kayalara vuran dalgalarla temizlemeye çalışacaktım. Beni
tanıyan çok insan olmazdı ama tanıyanlar ise bir yapıştın mı, kavlatıp atmak o
kadar zor oluyordu ki! Hepsinin geberip gitmesini istiyordum.
‘’Sizin başınıza gelen şeyleri gazetelerden okuduk.
Ülkede sanatçıya önem verilmiyor ki. Bunu bir kez daha anladım! Televizyonlar da bile
bir dakikalık haber oldu ancak! Avrupalı olacaktınız ki! Sizi bu durumda yalnız
bırakırlar mıydı hiç? Siz bir dahisiniz! Bu ülke için ne kadar önemli, ne kadar değerli birisinizi! Ama işte kör talih! Bizim buralarda kıymetinin bilinmesi için insanın önce ölmesi gerekiyor.’’
‘’Düşünceleriniz için teşekkür ederim. Ama yalnız
kalma hakkımı kullanmak için lütfen bana biraz anlayış gösterin.’’ dedim.
İçimdeki hin duygulara rağmen, onu tatlı bir dille yanımdan yollamak istedim.
‘’Hay hay efendim.’’ dedi. Voltasını aldı. Arkasına
arada sırada dönerek, sahilin kayalıklarında sekerek gitti. Ne çirkin bir
adamdı.
Çirkin olması, haklı olmasına engel değildi. Biraz
haklıydı bu adam. Başıma gelenlerden sonra yalnız kalmıştım, ama bu benim
tercihimdi. Bu durumda bile beni konserlere davet eden organizatörler vardı. Ama
bana acımalarına ve başıma gelen şeyden ötürü, bana iyi davranmalarına tahammül
edecek gücüm yoktu. Sahneye çıkardıktan
sonra, henüz yıkılmadığımı gören; bu alçak güruhun, beni elleri
ağrıyana dek alkışlamasına ihtiyacım yoktu! Benim ruhum alkış seslerine
doydu çoktan. Bunlar geride kaldı artık. Ve kendini Türkiye’nin üstünde sanan bu parazitlerden tiksinmeye bile başladım. Çünkü onlar dinlemek için değil, başkalarına beni gördüklerini anlatmak için oraya geliyorlardı. Üstelik sefil ruhları, piyanonun tuşlarından çıkan o kutsal sese hiçbir mana veremiyordu.
*
Azize yatağa uzanmış, üzerine ince bir çarşaf
almıştı. O dünyanın en güzel kadınıydı. Tanrının bana neden böyle bir güzellik yaptığını hiçbir zaman anlamamıştım.
Her konsere benimle geliyordu. Kumar tutkumdan, alkol alışkanlığımdan beni
kurtarmaktı hayatta yegane amacı. Ona sarıldım. Bana döndü. Gözleri uykunun güzelliğine
batmıştı. Alt dudağından biraz yaşam aldım. Gözleri durgun bir göl
sakinliğinde, boynundan vücuduna inen bir yolculukta, durduğum tek duraktı. Memelerinde doğacak çocuklarımızın el izlerini
gördüm. Ellerini yüzüme koydu,
‘’Sen uslu bir adam olacaksın.’’ dedi.
Benim aklımda ise, onu nasıl ekip kumarhaneye giderim, düşüncesi vardı.
Yine riyakarlığım sayesinde kendimi ele vermemiştim.
‘’Ben senin uslu adamın olacağım.’’
Ağzı ağzımda büyüdü. Kokusuyla, uzakta kalmış çocukluğumun arka
bahçelerine dek gidebiliyordum. Piyano çalmak için yaratıldığını sandığım parmaklarım,
ona dokunmak konusunda da pek marifetliydi. Onun çıkardığı sesler; doğanın,
arzunun ve yaşamı sesleriydi.
‘’Hadi provaya gidelim.’’ dedim.
O gün Eik Satie’nin – Gnossiennes eserini çaldım. Onun kulaklarına giden bu sesleri, özenle
çıkardı piyano. O beni aşkla izledi. Orada ki genç müzisyenlerle benim hakkımda
konuşmaya başladılar daha sonra. Ben ise telefonumu kapatıp, arka kapıdan
kumarhanenin yolunu tuttum. Çünkü kendime engel olamıyordum.
Yaşamın heyecanı; insanın kazanmaya yahut kaybetmeye en yakın olduğu zamanlarda gizliydi. Bazen ortaya koyduğun bir miktar para
değil, umutların, hevesin, heyecanın ve yahut kendi nefretin olabilirdi. Bu
yüzden bu hazdan vazgeçemiyor ve yerine hiçbir şeyi koyamıyordum.
*
Baskın, ve iğrenç kokulu bir yerdi. Kırmızı halılar
üzerinden, size kendinizi özel hissettiren o iğrenç makyajlı kadınların arasından geçtim.
Rulet masasına oturup, sadece bin liralık oynayacağıma dair, kendime bir söz
verdim. Oturduğum masada bir Alman ve onun çevirmeni vardı. İki Suriyeli ve bir Türk beni görünce gelip masaya oturdular. Türk bir şeyler söyledi bana. Sohbet etme isteklerini, kibarca geri çevirdim. Sadece oyun hakkında
konuşulmalıydı.
Yirmi dakika içinde, sadece kırmızı renge paramı
basarak, birkaç kez kaybetsem de paramı yirmi bin liraya kadar çıkardım. Bu sırada özlediğim, aylardır içmediğim viski
masama geldi. Azize’ye yeminler eden ben değilmişim gibi, içkiyi fondipleyip
bir daha istedim. Parayı ona katlamanın keyfi vardı üzerimde.
Beş bin lira koyarak oynamaya başladım daha sonra.
Top ruletin çarkında döndükçe zevkten dört köşe oluyordum. Bu zevkten mahrum
olmamak için, herkesi hayatımdan çıkarıp, eriyip geberene kadar, bu bohem zevki
yaşama isteği uyandı içimde. Bu tutku, Azize’nin bile önüne geçiyordu
neredeyse! Kendime çok kızdım içimden, bu yersiz düşünceleri nasıl mantıklı
buluyordum? Bu süreçte Suriyeliler kalkmıştı masadan. Birkaç kişi oturmuştu yerlerine.
Masada benim olmamdan ötürü insanlar göz ucuyla süzüyordu oyunu. Kumar oynayan
bir piyanist insanlara neden ilginç geliyordu? Medyaya yansıyan ben, böyle
zevkleri olmayan bir insan gibi göründüğüm için miydi?
Birkaç kadın ne kadar
şanslı olduğumdan dem vuruyordu. Başka bir yüzsüz kadın ise yan masadan cep telefonuyla
fotoğrafımı çekiyordu. Yarın yine çarşaf çarşaf haberlerim çıkacaktı. Artık utanıp sıkılmanın bir anlamı kalmamıştı.
Birkaç saat sonra, etrafıma bakındığım zaman masanın
etrafını insanlar çevirmişti. O huysuz ve çirkef adam değişmiş, çevresine
kahkahalar atan bir kumarbaza dönüşmüştüm! İşte bu bendim. Ben bu kadardım.
Hayattaki tek zevkim buydu. Bu çirkin insanlar ve bu aptal hayat bana layıktı. Ben
bundan hoşlanıyordum. Ben zevklerim ve arzularım kadar vardım.
Kendimden tiksiniyordum ancak, bu mutlu olmama engel olamıyordu. Her ne kadar tüm dünyanın tanıdığı bir piyanist olsam bile, benim için kumar zevki, piyano çalmaktan daha iyi bir tercihti. Kendimi gerçekten hissetmediğim için, düşüncelerimin o anlık bir önemi yoktu.
Masayı izleyenler şansımdan dem vuruyordu, bu söylenenler beni daha çok heyecanlandırıyordu. Ancak totemim bozulacak diye korkuyordum.
Para önemli değildi ama kazanmak beni o kadar keyiflendiriyordu ki! İçimden
kendime telkin veriyordum. Konuşanlar
beni sonunda etkilemişti. Kazandığım para eriye eriye, yedi bin liraya kadar
düştü. Sinirlerim çok gerilmeden, yirmi bin lirayı sadece on beş dakika sonra
yeniden gördüm. ilginç bir gündü. Çok şanslıydım ama ortamın etkisi ile ansızın
heyecanla yüklü paralar basıp tekrar kaybediyordum. Aklım arada Azize’ye
gidiyor, oyun konsantrasyonum düşüyordu.
Azize’ye bir çiçek aldın mı tamamdı. Üstüme sinen kokudan bilecek ben buradaydım!
Madem bilecek, bağıracak, kızacak, o vakit şimdiden üzülmek anlamsızdı. Madem bunları göze
aldın, keyfine bak. Biraz laf yapar, affeder. Hadi mutlu ol! Azize zaten benim.
Ne yaparsam yapayım, beni bırakıp gitmez. Ben ne büyük yıkılışlar gördüm, gitse
o zaman giderdi. Seven insan, sevdiğini affetmek için bahaneler arar. Hem ne gelirdi elden? Hastalıktı bu. Ben bir hastaydım. Hayatımın en öncelikli unsuru maalesef kumardı. Gitmeye karar verdim. Ama önce yapmam gereken bir şey vardı!
Herkesin gözü, dünyaca ünlü bu piyanistin
üzerindeydi. Bu insanlara bir sanatçının nasıl kumar oynadığını göstermek
istedim. Korkusuzca, zevk alarak, tutkuyla. Ama dışarıya hiçbir şey belli
etmeden, sanki her gün yaptığım bir şey gibi, normal bir şekilde yaptım. Parayı
otuz altıya katlayan, zeroya bastım. Yirmi binlik çipi zeroya koyduğum zaman,
herkes çılgın olduğumdan bahsediyordu. Ben ise kaybedip evin yolunu tutmaya çoktan
karar vermiştim. Kazanamazdım. Bu kadarı da olmazdı! İnsanlara çok gelen yirmi
bin lira değildi, herkes daha büyük paralar kaybediyordu. Ben ise saatlerce oynadığım masadan, ansızın tüm paramı bırakıp kalkıyordum. Eğer istediğim olmasa bile arkama bile bakmadan çıkıp gidecektim.
Ruletin çarkında top dönmeye başladı. Herkes
nefesini tutmuştu. Ben ise ceketimi giyiyordum. Sigaramı küllüğe bastım. Çarka
baktım daha sonra, top siyah yedide durur gibi oldu ama sekti, kırmızı üçte tam
durdu derken, son anda zeroya zıpladı.
Etrafta bir alkış tufanı patladı. Sarhoşluğun verdiği bir keyifle, bu duruma
kahkahalar attım. Hiç tanımadığım insanlar bana sarılıyordu. Bu durum bana ve
sanatçı duruşuma çok zarar veriyordu. Yarın gazetelerde çıkacak haberleri
düşündüm. Bir bardak viskiyi daha
fondipledim. Bir şampiyon gibiydim. Hayatımın en mutlu anlarından birini
yaşıyordum. Tam tamına yedi yüz bin lira para kazanmıştım. Buna kimse inanmazdı. Çok az para ile girdiğim kumarhaneden, yedi yüz bin lira ile çıkmıştım. Bir
kalabalık arkamdan benimle dışarı kadar çıktı. Hepsine teşekkür ettim. Benden
bir şey koparamayacağını anlayan bu yığın, sonunda peşimi bıraktı. Vale taksi
çağırmak istedi, kabul etmedim. Ayakta zor duruyordum ama arabaya bindim.
Kontağı çevirecekken, cama narin elleriyle Azize
tıklattı. Şok olmuştum. O buraya neden gelmişti? Nasıl beni bu kadar iyi
tanıyor ve buraya geliyordu? Kapıyı açtım, arabaya bindi. Hiçbir şey söylemedi. Sadece sulu gözlerle önüne
baktı. Susması beni deli ediyordu. Susmak en ağır küfürlerden, en yüksek sesle
atılan haykırışlardan daha gürültülü geliyordu. Ben sarhoştum diye mi zaman
geçmiyordu, yoksa Azize bir saattir konuşmuyor muydu? Neredeyse uyuyacaktım
artık. Benim söyleyecek bir şeyim yoktu, onunda söyleyecek şeyleri artık kelimelerle izah edilmiyordu. Ve belki defalarca söylediği şeyleri, bir daha söylemek
istemeyen bir insandı. Sonunda o güzel sesini duydum,
‘’Beni kahrediyorsun!’’
Ben birdenbire bir servet kazandığımı hatırladım.
‘’Azize ben yedi yüz bin lira kazandım. İnanamazsın!
Harikaydı. Bu parayla neler yapacağız bir düşünsene. Söz veriyorum sana, bu kez
sondu! Yemin ediyorum bak!’’
Azize bu paraya neden hiç sevinmemişti?
‘’Geçen sene sattığın ve kumarda parasını harcadığın
cip kaç paraydı? Milyonlarca lira para kazandın şimdiye kadar, konser
vermediğin ülke kalmadı ama elde neyin var peki? Hepsini salak gibi o masada
bıraktın. Hayatını mahvediyorsun! Ve maalesef bizi de harcıyorsun bu durumda.
Seni tebrik ediyorum. Sen bu musun ya? Bu kadar mısın? Herkesin konuştuğu,
herkesin hayran olduğu şu adama bakın! Gözlerini açamıyor sarhoşluktan. Ve
biraz önce faişe dolu bir kumarhanede para kazandığı için pek mesut. ’’
Bir kumarbaza söylenmeyecek şeyleri söylemişti
Azize.
‘’Ben bu ülkenin en değerli sanatçılarından
birisiyim! Ve her insanın bayağı zevkleri olabilir.’’
Azize gözlerinde yaşlarla bana baktı ve onu hep bu
bakışıyla hatırladım daha sonra,
‘’Evet iyi bir sanatçısın ancak, değerli kısmına
katılmıyorum artık.’’ dedi. Cümleleri kızgın bir kurşun gibi yüreğime saplandı.
‘’Ben her zaman para kazanırım, sen canın sıkma, bu
benim yeteneğim. Ölene dek kimseye muhtaç olmam, olmayız! Ben bir dahiyim, bu
parmaklar ölene dek bize huzuru getirir. Eğer konu paraysa Azize…’’
‘’Sen bu durumun para ile ilgili mi olduğunu
sanıyorsun? Bu hayatı terk edemezsen eğer, müzik kariyerinde zarar görecek ve…’’
Sustu ve ince boynu cama doğru döndü, göz yaşlarını
eliyle sildi. Ve burnunu çekti. Minik burnu kıpkırmızıydı.
‘’E devam et!’’
‘’Benimle olan ilişkinde zarar görecek.’’ dedi.
İçerde düşündüğüm, ama aklımdan kovduğum düşünceler
tekrar aklıma geldi. Azize’ den vazgeçmek ve kendimi kumara, alkole adamak
istedim. Ama bu sarhoşluk etkisiyle, ona bunu söyleyip daha sonra bir ömür
pişman olmak istemedim. Onu sözlerimle yaralamadım, sustum. Ama kontağı çevirip
yola çıktıktan, yalnızca on dakika sonra bir tırın altına soktuğum arabada
öldürdüm onu! Gazetelerde feci bir şekilde can verdiği yazıyordu. Bu yazı
yıllardır beynime çakılmış bir çivi gibi orada duruyor ve benim gecelerimi,
uykularımı katlediyor.
Tanrı bana
onun gibi bir güzelliği neden verdi diye merak ediyordum ya hep? Meğer onu
benden almak için vermişti. Daha acısı da benimle küstüğü bir zamanda ölmüştü.
Ve onu ben, ben öldürmüştüm! Keşke daha güzel bir veda olsaydı.
*
Ölü bir kediyi, parçalıyordu martılar. Gittim
kurtardım cansız bedenini. Zor olsa bile, ona bir mezar kazdım tek elimle. Ölü kediyi
toprağa gömdüm. Sahile doğru koştum. Martılar nefret ettiğim sesleriyle tepemde
dönmeye başladı. Bir insan nasıl bu kadar nefret dolu olabiliyordu? Her şeyden
nefret ediyordum. Önümde, başka bir boyut gibi uzanan şu sonsuz denizden,
gökyüzünden ve tüm varlıklardan nefret ediyordum.
Sol elimle fırlattığım bir taş, çok uzağa gitmeden
denizin dibine doğru düştü. Sağ cebimde kalan sigarayı zor olsa bile çıkardım. Bir
adam uzun uzun beni süzdü, dahası işi abartıp yanıma kadar geldi. Sigaramı
yaktı. Ne yapıp edip, birkaç lakırdı
ettikten sonra onu başımdan savdım. Kafamı,
kayalara vuran dalgalarla temizlemeye çalışacaktım.
Kedi öldü, Azize gibi. Sahi
ya Azize’nin memeleri çoktan çürümüştür, diye düşündüm. Azize’nin yaşam kokan ağzı çoktan bir
kafatasının sırıtan dişlerine dönüşmüştür. İnci gibi dişleri, gerilen yanaklarının
ortasından, bir parıltıyla karanlığa düşerdi.
Ne güzel gülümserdin Azize, gözlerimin önüne geldi
hiç yoktan yere. Büyüttüğüm karanlığı bir sigara ucu kadar aydınlatabildim,
sonra uzun ve sonsuz bir yalnızlığın içinde kaldım. Daha sonra ben olmanın acısını hissettim, içimden
çıkmak istedim. Tek kolu kopmuş bir katildim ben! Daha fazlası değil. Kendim olduğum için,
kendimden nefret ettim. Öfkeyle küfrederken, durmaksızın bocalarken, olduğum
yerde ağlayarak çırpınırken, o kazada kopmuş kolumun yerine, omuzumdan
bağladıkları, plastik kol denize düştü. Bunu gören bir çocuk acı bir bağırma
tutturdu.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder