13.4.19

Bir Piyanistin Sağ Kolu




Ölü kediyi toprağa gömdüm. Sahile doğru koştum. Martılar nefret ettiğim sesleriyle tepemde dönmeye başladı. Bir insan nasıl bu kadar nefret dolu olabiliyordu? Her şeyden nefret ediyordum. Önümde başka bir boyut gibi uzanan şu sonsuz denizden, gökyüzünden ve tüm varlıklardan nefret ediyordum.
Sol elimle fırlattığım bir taş, çok uzağa gitmeden denize düştü. Sağ cebimde kalan sigarayı zor olsada çıkardım cebimden. Bir adam uzun uzun beni süzdü, dahası işi abartıp yanıma kadar geldi,
"Siz, o değil misiniz? Evet! Sizsiniz işte! Ne şanslıyım ama!" dedi.  Cebinden çıkardığı çakmakla sigaramı yaktı. 
‘’Aman efendim!… Sizi görmek ne güzel! Brüksel’deki konserinize bile gelmiştim! Siz bir dahisiniz!’’
Ses etmedim, bu adamın biran önce yanımdan gitmesini istiyordum, kafamı kayalara vuran dalgalarla temizlemeye çalışacaktım. Beni tanıyan çok insan olmazdı ama tanıyanlar ise bir yapıştın mı, kavlatıp atmak o kadar zor oluyordu ki! Hepsinin geberip gitmesini istiyordum.
‘’Sizin başınıza gelen şeyleri gazetelerden okuduk. Ülkede sanatçıya  önem verilmiyor ki. Bunu  bir kez daha anladım! Televizyonlar da bile bir dakikalık haber oldu ancak! Avrupalı olacaktınız ki! Sizi bu durumda yalnız bırakırlar mıydı hiç? Siz bir dahisiniz! Bu ülke için ne kadar önemli, ne kadar değerli birisinizi! Ama işte kör talih! Bizim buralarda kıymetinin bilinmesi için insanın önce ölmesi gerekiyor.’’
‘’Düşünceleriniz için teşekkür ederim. Ama yalnız kalma hakkımı kullanmak için lütfen bana biraz anlayış gösterin.’’ dedim. İçimdeki hin duygulara rağmen, onu tatlı bir dille yanımdan yollamak istedim.
‘’Hay hay efendim.’’ dedi. Voltasını aldı. Arkasına arada sırada dönerek, sahilin kayalıklarında sekerek gitti. Ne çirkin bir adamdı.
Çirkin olması, haklı olmasına engel değildi. Biraz haklıydı bu adam. Başıma gelenlerden sonra yalnız kalmıştım, ama bu benim tercihimdi. Bu durumda bile beni konserlere davet eden organizatörler vardı. Ama bana acımalarına ve başıma gelen şeyden ötürü, bana iyi davranmalarına tahammül edecek gücüm yoktu.  Sahneye çıkardıktan sonra, henüz yıkılmadığımı gören; bu alçak güruhun, beni elleri ağrıyana dek alkışlamasına ihtiyacım yoktu! Benim ruhum alkış seslerine doydu çoktan. Bunlar geride kaldı artık. Ve kendini Türkiye’nin üstünde sanan bu  parazitlerden tiksinmeye bile başladım. Çünkü onlar dinlemek için değil, başkalarına beni gördüklerini anlatmak için oraya geliyorlardı. Üstelik sefil ruhları, piyanonun tuşlarından çıkan o kutsal sese hiçbir mana veremiyordu.
*
Azize yatağa uzanmış, üzerine ince bir çarşaf almıştı.  O dünyanın en güzel kadınıydı. Tanrının bana neden böyle bir güzellik yaptığını hiçbir zaman anlamamıştım. Her konsere benimle geliyordu. Kumar tutkumdan, alkol alışkanlığımdan beni kurtarmaktı hayatta yegane amacı. Ona sarıldım. Bana döndü. Gözleri uykunun güzelliğine batmıştı. Alt dudağından biraz yaşam aldım. Gözleri durgun bir göl sakinliğinde, boynundan vücuduna inen bir yolculukta, durduğum tek duraktı.  Memelerinde doğacak çocuklarımızın el izlerini gördüm. Ellerini yüzüme koydu,
‘’Sen uslu bir adam olacaksın.’’ dedi.
Benim aklımda ise, onu nasıl ekip kumarhaneye giderim, düşüncesi vardı.
Yine riyakarlığım sayesinde kendimi ele vermemiştim.
‘’Ben senin uslu adamın olacağım.’’
Ağzı ağzımda büyüdü. Kokusuyla, uzakta kalmış çocukluğumun arka bahçelerine dek gidebiliyordum. Piyano çalmak için yaratıldığını sandığım parmaklarım, ona dokunmak konusunda da pek marifetliydi. Onun çıkardığı sesler; doğanın, arzunun ve yaşamı sesleriydi.
‘’Hadi provaya gidelim.’’ dedim.
O gün  Eik Satie’nin  Gnossiennes eserini çaldım.  Onun kulaklarına giden bu sesleri, özenle çıkardı piyano. O beni aşkla izledi. Orada ki genç müzisyenlerle benim hakkımda konuşmaya başladılar daha sonra. Ben ise telefonumu kapatıp, arka kapıdan kumarhanenin yolunu tuttum. Çünkü kendime engel olamıyordum.
Yaşamın heyecanı; insanın kazanmaya yahut kaybetmeye en yakın olduğu zamanlarda gizliydi. Bazen ortaya koyduğun bir miktar para değil, umutların, hevesin, heyecanın ve yahut kendi nefretin olabilirdi. Bu yüzden bu hazdan vazgeçemiyor ve yerine hiçbir şeyi koyamıyordum.
*
Baskın, ve iğrenç kokulu bir yerdi. Kırmızı halılar üzerinden, size kendinizi özel hissettiren o iğrenç makyajlı kadınların arasından geçtim. Rulet masasına oturup, sadece bin liralık oynayacağıma dair, kendime bir söz verdim. Oturduğum masada bir Alman ve onun çevirmeni vardı. İki Suriyeli ve bir  Türk beni görünce gelip masaya oturdular. Türk bir şeyler söyledi bana. Sohbet etme isteklerini, kibarca geri çevirdim. Sadece oyun hakkında konuşulmalıydı. 
Yirmi dakika içinde, sadece kırmızı renge paramı basarak, birkaç kez kaybetsem de paramı yirmi bin liraya kadar çıkardım.  Bu sırada özlediğim, aylardır içmediğim viski masama geldi. Azize’ye yeminler eden ben değilmişim gibi, içkiyi fondipleyip bir daha istedim. Parayı ona katlamanın keyfi vardı üzerimde.
Beş bin lira koyarak oynamaya başladım daha sonra. Top ruletin çarkında döndükçe zevkten dört köşe oluyordum. Bu zevkten mahrum olmamak için, herkesi hayatımdan çıkarıp, eriyip geberene kadar, bu bohem zevki yaşama isteği uyandı içimde. Bu tutku, Azize’nin bile önüne geçiyordu neredeyse! Kendime çok kızdım içimden, bu yersiz düşünceleri nasıl mantıklı buluyordum? Bu süreçte Suriyeliler kalkmıştı masadan. Birkaç kişi oturmuştu yerlerine. Masada benim olmamdan ötürü insanlar göz ucuyla süzüyordu oyunu. Kumar oynayan bir piyanist insanlara neden ilginç geliyordu? Medyaya yansıyan ben, böyle zevkleri olmayan bir insan gibi göründüğüm için miydi? 
Birkaç kadın ne kadar şanslı olduğumdan dem vuruyordu. Başka bir yüzsüz kadın ise yan masadan cep telefonuyla fotoğrafımı çekiyordu. Yarın yine çarşaf çarşaf haberlerim çıkacaktı. Artık utanıp sıkılmanın bir anlamı kalmamıştı.
Birkaç saat sonra, etrafıma bakındığım zaman masanın etrafını insanlar çevirmişti. O huysuz ve çirkef adam değişmiş, çevresine kahkahalar atan bir kumarbaza dönüşmüştüm! İşte bu bendim. Ben bu kadardım. Hayattaki tek zevkim buydu. Bu çirkin insanlar ve bu aptal hayat bana layıktı. Ben bundan hoşlanıyordum. Ben zevklerim ve arzularım kadar vardım. Kendimden tiksiniyordum ancak, bu mutlu olmama engel olamıyordu. Her ne kadar tüm dünyanın tanıdığı bir piyanist olsam bile, benim için kumar zevki, piyano çalmaktan daha iyi bir tercihti. Kendimi gerçekten hissetmediğim için, düşüncelerimin o anlık bir önemi yoktu.  
Masayı izleyenler şansımdan dem vuruyordu, bu söylenenler beni daha çok heyecanlandırıyordu. Ancak totemim bozulacak diye korkuyordum. Para önemli değildi ama kazanmak beni o kadar keyiflendiriyordu ki! İçimden kendime telkin veriyordum.  Konuşanlar beni sonunda etkilemişti. Kazandığım para eriye eriye, yedi bin liraya kadar düştü. Sinirlerim çok gerilmeden, yirmi bin lirayı sadece on beş dakika sonra yeniden gördüm. ilginç bir gündü. Çok şanslıydım ama ortamın etkisi ile ansızın heyecanla yüklü paralar basıp tekrar kaybediyordum. Aklım arada  Azize’ye gidiyor, oyun konsantrasyonum düşüyordu.
Azize’ye bir çiçek aldın mı tamamdı.  Üstüme sinen kokudan bilecek ben buradaydım! Madem bilecek, bağıracak, kızacak, o vakit şimdiden üzülmek anlamsızdı. Madem bunları göze aldın, keyfine bak. Biraz laf yapar, affeder. Hadi mutlu ol! Azize zaten benim. Ne yaparsam yapayım, beni bırakıp gitmez. Ben ne büyük yıkılışlar gördüm, gitse o zaman giderdi. Seven insan, sevdiğini affetmek için bahaneler arar. Hem ne gelirdi elden? Hastalıktı bu. Ben bir hastaydım. Hayatımın en öncelikli unsuru maalesef kumardı. Gitmeye karar verdim. Ama önce yapmam gereken bir şey vardı!
Herkesin gözü, dünyaca ünlü bu piyanistin üzerindeydi. Bu insanlara bir sanatçının nasıl kumar oynadığını göstermek istedim. Korkusuzca, zevk alarak, tutkuyla. Ama dışarıya hiçbir şey belli etmeden, sanki her gün yaptığım bir şey gibi, normal bir şekilde yaptım. Parayı otuz altıya katlayan, zeroya bastım. Yirmi binlik çipi zeroya koyduğum zaman, herkes çılgın olduğumdan bahsediyordu. Ben ise kaybedip evin yolunu tutmaya çoktan karar vermiştim. Kazanamazdım. Bu kadarı da olmazdı! İnsanlara çok gelen yirmi bin lira değildi, herkes daha büyük paralar kaybediyordu. Ben ise saatlerce oynadığım masadan, ansızın tüm paramı bırakıp kalkıyordum. Eğer istediğim olmasa bile arkama bile bakmadan çıkıp gidecektim.
Ruletin çarkında top dönmeye başladı. Herkes nefesini tutmuştu. Ben ise ceketimi giyiyordum. Sigaramı küllüğe bastım. Çarka baktım daha sonra, top siyah yedide durur gibi oldu ama sekti, kırmızı üçte tam durdu derken, son anda  zeroya zıpladı. Etrafta bir alkış tufanı patladı. Sarhoşluğun verdiği bir keyifle, bu duruma kahkahalar attım. Hiç tanımadığım insanlar bana sarılıyordu. Bu durum bana ve sanatçı duruşuma çok zarar veriyordu. Yarın gazetelerde çıkacak haberleri düşündüm.  Bir bardak viskiyi daha fondipledim. Bir şampiyon gibiydim. Hayatımın en mutlu anlarından birini yaşıyordum. Tam tamına yedi yüz bin lira para kazanmıştım. Buna kimse inanmazdı. Çok az para ile girdiğim kumarhaneden,  yedi  yüz bin lira ile çıkmıştım. Bir kalabalık arkamdan benimle dışarı kadar çıktı. Hepsine teşekkür ettim. Benden bir şey koparamayacağını anlayan bu yığın, sonunda peşimi bıraktı. Vale taksi çağırmak istedi, kabul etmedim. Ayakta zor duruyordum ama arabaya bindim.
Kontağı çevirecekken, cama narin elleriyle Azize tıklattı. Şok olmuştum. O buraya neden gelmişti? Nasıl beni bu kadar iyi tanıyor ve buraya geliyordu? Kapıyı açtım, arabaya bindi. Hiçbir  şey söylemedi. Sadece sulu gözlerle önüne baktı. Susması beni deli ediyordu. Susmak en ağır küfürlerden, en yüksek sesle atılan haykırışlardan daha gürültülü geliyordu. Ben sarhoştum diye mi zaman geçmiyordu, yoksa Azize bir saattir konuşmuyor muydu? Neredeyse uyuyacaktım artık. Benim söyleyecek bir şeyim yoktu, onunda söyleyecek şeyleri artık kelimelerle izah edilmiyordu. Ve belki defalarca söylediği şeyleri, bir daha söylemek istemeyen bir insandı. Sonunda o güzel sesini duydum,
‘’Beni kahrediyorsun!’’
Ben birdenbire bir servet kazandığımı hatırladım.
‘’Azize ben yedi yüz bin lira kazandım. İnanamazsın! Harikaydı. Bu parayla neler yapacağız bir düşünsene. Söz veriyorum sana, bu kez sondu! Yemin ediyorum bak!’’
Azize bu paraya neden hiç sevinmemişti?
‘’Geçen sene sattığın ve kumarda parasını harcadığın cip kaç paraydı? Milyonlarca lira para kazandın şimdiye kadar, konser vermediğin ülke kalmadı ama elde neyin var peki? Hepsini salak gibi o masada bıraktın. Hayatını mahvediyorsun! Ve maalesef bizi de harcıyorsun bu durumda. Seni tebrik ediyorum. Sen bu musun ya? Bu kadar mısın? Herkesin konuştuğu, herkesin hayran olduğu şu adama bakın! Gözlerini açamıyor sarhoşluktan. Ve biraz önce faişe dolu bir kumarhanede para kazandığı için pek mesut. ’’
Bir kumarbaza söylenmeyecek şeyleri söylemişti Azize.
‘’Ben bu ülkenin en değerli sanatçılarından birisiyim! Ve her insanın bayağı zevkleri olabilir.’’
Azize gözlerinde yaşlarla bana baktı ve onu hep bu bakışıyla hatırladım daha sonra,
‘’Evet iyi bir sanatçısın ancak, değerli kısmına katılmıyorum artık.’’ dedi. Cümleleri kızgın bir kurşun gibi yüreğime saplandı.
‘’Ben her zaman para kazanırım, sen canın sıkma, bu benim yeteneğim. Ölene dek kimseye muhtaç olmam, olmayız! Ben bir dahiyim, bu parmaklar ölene dek bize huzuru getirir. Eğer konu paraysa Azize…’’
‘’Sen bu durumun para ile ilgili mi olduğunu sanıyorsun? Bu hayatı terk edemezsen eğer, müzik kariyerinde zarar görecek ve…’’
Sustu ve ince boynu cama doğru döndü, göz yaşlarını eliyle sildi. Ve burnunu çekti. Minik burnu kıpkırmızıydı.
‘’E devam et!’’
‘’Benimle olan ilişkinde zarar görecek.’’ dedi.
İçerde düşündüğüm, ama aklımdan kovduğum düşünceler tekrar aklıma geldi. Azize’ den vazgeçmek ve kendimi kumara, alkole adamak istedim. Ama bu sarhoşluk etkisiyle, ona bunu söyleyip daha sonra bir ömür pişman olmak istemedim. Onu sözlerimle yaralamadım, sustum. Ama kontağı çevirip yola çıktıktan, yalnızca on dakika sonra bir tırın altına soktuğum arabada öldürdüm onu! Gazetelerde feci bir şekilde can verdiği yazıyordu. Bu yazı yıllardır beynime çakılmış bir çivi gibi orada duruyor ve benim gecelerimi, uykularımı katlediyor. 
 Tanrı bana onun gibi bir güzelliği neden verdi diye merak ediyordum ya hep? Meğer onu benden almak için vermişti. Daha acısı da benimle küstüğü bir zamanda ölmüştü. Ve onu ben, ben öldürmüştüm! Keşke daha güzel bir veda olsaydı.
*

Ölü bir kediyi, parçalıyordu martılar. Gittim kurtardım cansız bedenini. Zor olsa bile, ona bir mezar kazdım tek elimle. Ölü kediyi toprağa gömdüm. Sahile doğru koştum. Martılar nefret ettiğim sesleriyle tepemde dönmeye başladı. Bir insan nasıl bu kadar nefret dolu olabiliyordu? Her şeyden nefret ediyordum. Önümde, başka bir boyut gibi uzanan şu sonsuz denizden, gökyüzünden ve tüm varlıklardan nefret ediyordum.
Sol elimle fırlattığım bir taş, çok uzağa gitmeden denizin dibine doğru düştü. Sağ cebimde kalan sigarayı zor olsa bile çıkardım. Bir adam uzun uzun beni süzdü, dahası işi abartıp yanıma kadar geldi. Sigaramı yaktı. Ne yapıp edip,  birkaç lakırdı ettikten sonra onu başımdan savdım.  Kafamı, kayalara vuran dalgalarla temizlemeye çalışacaktım.

Kedi öldü, Azize gibi.  Sahi  ya Azize’nin memeleri çoktan çürümüştür, diye düşündüm.  Azize’nin yaşam kokan ağzı çoktan bir kafatasının sırıtan dişlerine dönüşmüştür.  İnci gibi dişleri, gerilen yanaklarının ortasından, bir parıltıyla karanlığa düşerdi.
Ne güzel gülümserdin Azize, gözlerimin önüne geldi hiç yoktan yere. Büyüttüğüm karanlığı bir sigara ucu kadar aydınlatabildim, sonra uzun ve sonsuz bir yalnızlığın içinde kaldım.  Daha sonra ben olmanın acısını hissettim, içimden çıkmak istedim. Tek kolu kopmuş bir katildim ben!  Daha fazlası değil. Kendim olduğum için, kendimden nefret ettim. Öfkeyle küfrederken, durmaksızın bocalarken, olduğum yerde ağlayarak çırpınırken, o kazada kopmuş kolumun yerine, omuzumdan bağladıkları, plastik kol denize düştü. Bunu gören bir çocuk acı bir bağırma tutturdu.

Hiç yorum yok: